“Susmak insanın sözünü büyütüyorsa bir erdemdir. Bir yaprağı bile kıpırdatamaz yoksa suskunluk. Ne kadar cılız, ne kadar yanlış olursa olsun boşlukta iz bırakacak tek şey sözdür. Yağmur yağmazsa kim bilebilir bulutların yükünü. Kendi gerçeğini kendi sesiyle ışıtır insan. Başkasının evinde yanan ışıktan bize ancak gölge düşer. İnsan konuşarak tanır kendini, tanıdıkça sever. Kendini sevmeyen kendine sahip çıkamaz.”
İnsanın acısını insan alır!
Karın, gökyüzünü tersyüz edilmiş bir papatya tarlasına çevirdiği; ayazın insanın anılarını bile üşüttüğü; kuşların bulutlardan pencere pervazlarına indiği; evlerin çocuklara dar, yaşlılara bir yaz ikindisi kadar geniş geldiği; yolların insanın boğazına düğümler attığı; sokak lambalarının yalnızlığı, telgraf tellerinin ayrılığı ışıttığı; ölülerin dönüp bıraktıkları boşluklara oturduğu; zamanın bacalardan iplik ince süzülüp gittiği; seslerin beyaza, suskunluğun darala darala acıya kestiği; kapıların içe bakmaktan iyice karardığı; her şeyin umutsuz bir bakış gibi boşlukta asılı kaldığı bir dünyaydı… Bu erimiş yalnızlığın tek lekesi, acemi bir karakalem, bir çığlık gibi düzlüğe çizgiler çeken kavaklardı. Avlular bile dağ başları kadar ıssız ve uzaktı. Rüzgârdan başka bir canlı kalmamıştı dünyada. Ufuk yoktu. Odalar içine çekile çekile birer kuyuya dönmüştü. Soluk alan ölümdü sanki. Eşyalarla insanlar arasındaki ayrım giderek siliniyordu. Herkes zamanın dışına düşmüş de acısı bile haz veren bir geçmişi seyrediyordu beyaz bir perdede.
“Yalan bir iyilik gibi sıcak, bir sevgili gibi güleç, ona en çok ihtiyacımız olan bir anda çalar kapımızı. Siyah bir gecede önüne tutulan ışığın ardına düşer insan. Yolun doğruluğunu sorgulayacak ne şansı, ne gücü vardır. Gün ışıdığında çoktan yanlışına varmıştır. Geriye dönüş başlangıçtan daha acı, daha zordur. Ne yenilgisine sahip çıkabilir, ne yolunu sürdürebilir, ikinci bir geceyi bekleyecektir umarsızca, ya da kötü geçmişini ateşe verip o yangının külünden başlayacaktır her şeye. Bize gerekli olan yalansız bir iyilik, incitmeyen güzellik, güler yüzlü doğruluktur.”
“Susmak insanın sözünü büyütüyorsa bir erdemdir. Bir yaprağı bile kıpırdatamaz yoksa suskunluk. Ne kadar cılız, ne kadar yanlış olursa olsun boşlukta iz bırakacak tek şey sözdür. Yağmur yağmazsa kim bilebilir bulutların yükünü. Kendi gerçeğini kendi sesiyle ışıtır insan. Başkasının evinde yanan ışıktan bize ancak gölge düşer. İnsan konuşarak tanır kendini, tanıdıkça sever. Kendini sevmeyen kendine sahip çıkamaz. Konuşmaktan korkmak, güçsüzlüğün insan ruhunda açtığı en derin çukurdur. Kimse bu çukuru başkasının gücüyle dolduramaz ve ne gariptir ki çukur büyüdükçe büyür insanın yıkımı…”
Bu kör, bu sağır, bu dilsiz beyazlıkta yaşam adına tek ses, bir ölümsüzlük arması gibi duvarda gülümseyen fotoğraftan geliyordu. On yıldır her yalnızlık esrimesi, her hasret boğuntusunda bir dua gibi duvardaki fotoğrafla ışıyan kadın, rüzgârlı bir koru gibi sıyrıldı sisinden. Eteklerindeki kederi ve yalnızlığı çırptı. Saçlarını omuzlarından akıttı. Boşluğu çerçeveleyen pencereye gidip, ‘yaşamak en büyük güçtür’ yazdı camların buğusuna. Avluya çıktı sonra. Fotoğrafa inanıyordu bütün bedeniyle. Kapanacağını bile bile karda izler bırakarak yürüdü boşluğa karşı. Fotoğraf, bir güven duygusu, bir ışıklı su gibi boşluğa yayılıyordu:
“İnsan iyiliği hak etmelidir. Emek ve içtenliğin olmadığı yerde istek bir yaz yağmuru hükmündedir, gelir ve geçer. Gerçeğin ilk adımı hayaldir ve mutluluk tutkuyla yoğrulmuş bir çabadır. Kimse kendini dışlayarak gerçeğini değiştiremez. Hüznüne sahip çıkmayan insanın sevinci, her gün yeni bir boşluğa kapı açan bir yanılsamadır.
Unutma ki, ‘ hiçbir aşk düşünceye uzak değildir /hiçbir yıldız göğe.'(A.Sayar)
İnsanı kendi çukurundan çıkaracak olan kendi umutsuzluğudur…”
Şükrü Erbaş
İZDİHAM