Kitaplar şairin, yazarın soluk aldığı, yükünü azıcık indirdiği, terini sildiği, arkasına ve önüne baktığı yol boyu konaklama noktalarıdır. Bu yolun, yazmanın bittiği son konaklama noktası mezardır.
Şükrü Erbaş diyor ki “Yazmanın bittiği son konaklama noktası mezardır.” Yani biz daha onun çoook şiirini okuyacağız. Aşık olduğumuz kadının gözlerine baktığımızda, terk eden adama ‘ah’lar çektiğimizde, bir çocuğun yaşlı gözlerini sildiğimizde, sokakta yaşayan birini gördüğümüzde hep bir Şükrü Erbaş dizesini tekrar edeceğiz…
Çok uzatmadan sizleri edebiyatımızın usta şairi Şükrü Erbaş ile baş başa bırakalım…
Üç yıl aradan sonra çıkardınız Pervane’yi… üç yılın yaşanmışlıkları mı denir bu kitaba, daha önceden gelen dizeler mi, yoksa gelecek günlerin dili, sözleri mi?
Şiir de diğer bütün sanat yapıtları gibi üç zamanlı bir mimari yapıdır. Gündelik hayatın sıradan tekrarı içinde bile, geçmiş-şimdi-gelecek, yalnızca kendi zamanlarından ses vermez. Üç zaman da birbiriyle var olur, birbiri içinden doğar, birbirine dönüşür. Bugün tanık olduğumuz, yaşadığımız, gördüğümüz bir olay-olgu-nesne, bize çok eski hayatların bilgileriyle gelir, içinde yaşamamızın mümkün olmayacağı geleceklerin bilgilerini taşır. Sanat yapıtını evrensel yapan temel özelliklerinden birisi budur. Ben, bugünkü bir yaşantıyı dillendirmem sadece. Ya da bugünkü bir yaşantıyı dillendirirken, gerçekte onun mayalandığı, çiçeklendiği, yaprak döktüğü zamanları da söylerim. Bunun bir başka açıdan ifadesi de, ben doğrudan kendimden yola çıktığımda bile, hiç bilmediğim hayatların acılarını, heveslerini, sevinçlerini mutsuzluklarını da söylemiş olurum. Kuşkusuz hayatın bu müthiş diyalektiğinin azıcık farkında olmak gerekir bunun için…
YAZMANIN BİTTİĞİ SON KONAKLAMA NOKTASI MEZARDIR
Bazı dizeler / şiirler yıllara yayılmış. 2012-2014 gibi tarihler var altlarında. O şiirlerin iki-üç yılda tamamlandığını anlıyor okur. Bir anda oturup yazılmıyor sanırım. Nasıl oluştu Pervane; içindeki şiirler?
Geçenlerde bir soruya verdiğim yanıtta da alıntıladım Mallermé’nin sözünü: “Bir kitap ne başlar, ne biter, olsa olsa öyle görünür.” Ben, ilk dizeyi çizgili lise defterine düştüğüm günden bu yana kesintisiz yazıyormuşum duygusunu yaşıyorum. 1968/69 yıllarıydı. Devrime ve aşka kanat çırptığımız yaşlardı. Taşranın, insanı 17 yaşında bin yaşına getirdiği hayatlardı… Sonra, büyük kentlerin başsız ayaksız kalabalıkları başladı. “Bunalıyoruz çocuk, bunalıyoruz / Biçim veremediğimiz şeylerin / Biçimini alıyoruz” dediğim günden bu yana bir sonsuz şiiri yazdığımı düşünüyorum. Bazen bir çırpıda çıkıyor, bazen insanı gecesiz gündüzsüz düşürecek kadar güç oluyor, zaman alıyor. Bir şiirin bitmesiyle bir kitabın bitmesi arasında sadece nicelik bir ayrım vardır. Şöyle bağlayayım izin verirsen: Kitaplar şairin, yazarın soluk aldığı, yükünü azıcık indirdiği, terini sildiği, arkasına ve önüne baktığı yol boyu konaklama noktalarıdır. Bu yolun,yazmanın bittiği son konaklama noktası mezardır.
Bu kitapta değil ama ben sizin şu dizelerinizi sıklıkla okurum:
“Sen bende neleri öpüyorsun bir bilsen
Herkesin perde perde çekildiği bir akşam
Siyah bir su gibi yollara akan yalnızlığı öpüyorsun
Ağzında eriklerin aceleci tadı
Elleri bulut, gözleri ot bürümüş ekin tarlası
Bir çocuğun düşlerine inen tokadı öpüyorsun.”
Şükrü Erbaş’a bu dizeleri yazdıran nedir? Bu kelimeler nasıl kavuşuyor birbirine de duyunca biz de bu dizelerin kahramanı olabiliyoruz…
Necatigil’den bir alıntı yapayım, şiirsel yaratıcılığın tam karşılığı olmasa da: “Şiir, iki şeyden doğar: hayal ve hatıra.” Bizi yazmaya götüren temel dürtünün, şimdi ile çatışan geçmiş yaşantımız ve gelecek tasarımımız olduğunu düşünüyorum. Eğer yaşadığı hayat insana yetseydi ya da insan kendisine sunulanla yetinseydi, ne şiir, ne bir başka sanatsal yaratı, ne de bilim doğardı. “İnsan ruhu dünyanın en emperyalist gücüdür; fetheder fetheder, fethettiği hiçbir şey ona yetmez” der Kazancakis. İyi ki de yetmez, tabii ki yetmesin. Bize, andığın dizeleri, onca romanı, öyküyü, müziği, resmi yazdıran, yaptıran tam da bu yetinmeme halidir. Gerçekliğin, bizi arzularımızla yaraladığı yerde, var oluşumuzu bir cezaya çevirdiği yerde, emeğimizle bizi küçük düşürdüğü yerde biz, insan haysiyetini koruyacak, yaşama gücünü yüceltecek, insanı adalet ve özgürlük bilinciyle insanların hizasına yazacak bir dünya kurarız, kurmak zorundayız. Bunu şiirle yapıyorsak, yazdığımız, konuştuğumuz dili, insanın ve doğanın bütün derinlikleri, ruhsal katmaları içinden köpürte köpürte geçirmek, aklı kalbe kalbi akla çevirerek yapmak ve her şeyi dile dönüştürmek zorundayız.
“Ve biz bulutlara gömdük çocuklarımızı
Ve biz çocuklarımızın kirpiklerine astık babalarını
Ve biz öldürenden hayatımızı bağışlamasını istedik
Ve biz katilimizle geleceğe şarkılar söyledik
Ve biz yoksulluğun acısından sessizce uzaklaştık
Ve biz kadınlarımızı arzularından tavanlara astık.”
Bu dizelerin ilk bölümü babama muhtemelen 80 darbesini anımsatır. Bana, Gezi’de kaybettiklerimizi hissettirdi. Başka birine de başka acıları hatırlatabilir… Acılar bu coğrafyanın gerçeği. Siz yıllardır bu topraklarda yaşanılanların tanığısınız. Nasıl çıktı bu satırlar, neyi anlatıyor?
Nasıl çıktı? Ben de bilmiyorum diyeceğim ama yanlış anlaşılacak. “Yazmak, öfkeyi örgütlemektir” der Rimbaud. Sizin ve bütün bir toplumun üstüne ahlaksızca abanıldığı, insan haysiyetinin yerle bir edildiği, gövdenizin bir acı topacına çevrildiği, kapıkulu kültürüyle bütün var oluşunuzun teslim alındığı, uğradığınız şiddetten medet ummaya başladığınız yerde eğer çığlık atmıyorsanız, bu, kötülüğü, korkuyu, ihaneti de geçer, varır bütün bir dünyanın içinde çürüdüğü ağır bir ruh hastalığının kapılarını açar. Ben, bu can çekişmeden korunmak için, neredeyse sayıklar gibi yazdım.Yalnızca sözünü ettiğin dizeleri değil, bütün yazdıklarımı. Neruda, Aragon’dan ödünç bir dize almıştır Yüreğimdeki İspanya kitabında: Çığlığı yansıtmayan tek bir dize var mıdır? Alıntıladığın dizelerin kapısını Aragon ve Neruda ortak açmışlardır.
1968/69 yıllarıydı. Devrime ve aşka kanat çırptığımız yaşlardı. Taşranın, insanı 17 yaşında bin yaşına getirdiği hayatlardı… Sonra, büyük kentlerin başsız ayaksız kalabalıkları başladı. “Bunalıyoruz çocuk, bunalıyoruz / Biçim veremediğimiz şeylerin / Biçimini alıyoruz” dediğim günden bu yana bir sonsuz şiiri yazdığımı düşünüyorum.
YANI BAŞIMIZDA ŞAKIYIP DURAN
Çocukluk, sobalı evler, sedir ağaçlarının gölgesi… Giderek hayatımızdan eksilen fotoğraf anları gibi. Bu eksilenler sizin dizelerinizde yeniden hayat buluyor sanki. Yitip gidenleri bırakmamak olarak düşünülebilir mi?
Yine bir alıntı yapacağım, okurlarımız beni bağışlasın; Arthur Miller, “Eskiden insanlar hayatlarından memnun değillerse devrim yaparlardı, şimdi alışverişe çıkıyorlar. Müthiş bir hafıza kaybı dönemi yaşıyoruz” der. İçinde yaşadığımız, hızın neredeyse bir dine dönüştüğü bu “çığırından çıkmış zaman” (Shakespeare), bizi, var oluşumuzun üzerinde oturduğu bütün değerlerden kopardı, koparıyor. Sözünü ettiğin o sözcükler, hakiki ve mecazi bütün anlamlarıyla, çağrışım yüküyle, beni biraz da bu parçalanmışlıktan koruyan, geleceğe daha içtenlikle ve bütünlüklü olarak bağlayan yaşantıların harfleridir. Ucuz bir geçmiş özlemi olarak okunması yanlış olur. Aslında yanı başımızda şakıyıp duran, içimizde gölgelenmiş olan güzelliklerdir bunlar. Ben, sadece farkında olarak yaşamaya ve yazmaya çalışıyorum. Ruhsal ve düşünsel büyüklük, geçmişin ve geleceğin harfleri olmadan olamaz…
Dünyanın bütün şiirleri sizi söyler, bütün şarkıları size söylenmiştir. (Kafdağı 2012)
İnternetteki yorumlara baktım. Şükrü Erbaş şiirlerini okuyan birçok kişi ‘beni anlatıyor’ diye yorumlamış… Kafdağı’nda diyorsunuz ki, dünyanın bütün şiirleri zaten size yazılmıştır. Şairin ruh haliyle mi, insanları tanımakla mı ilgili bir durum bu?
Bu, çok şaşılacak bir şey değil aslında. Sizin insanlarla, toplumla, doğayla kurduğunuz ilişkinin niteliğine, oluşturduğunuz etik ve ideolojik değerlerin diyalektiğine bağlı bir algının, yaşamanın doğal sonucudur. Siz, varlığınızı bütün insanların varlığıyla, doğanın tüm varlıklarıyla var ediyorsanız, acınız yalnızca sizin acınız değildir artık; birisine yapılan kötülük çaresiz canınızda halkalanacaktır; ağaçlar kirpiklerinizde yapraklanacaktır; bütün canlılar sizden can alacaktır; denizler ve gökler gözlerinizde şakıyıp duracaktır… Uzar gider bu… Ben, insan ruhunun derinliğini, karanlığını, iyiliğini, kötülüğünü, nasıl yapılandığını, neleri acı ve sevince çevirdiğini yazarak anlamaya çalışıyorum. Herkesin kendini bulması sanırım biraz bundan kaynaklı.
BIKIP USANMADAN KARŞI DURACAĞIZ
Ülkenin pek çok yerinde sanata dair ne varsa orada ambargonun başladığı bugünlerden geçiyoruz. Nasıl başa çıkılır. Ne yapılır?
İşte bütün mesele bu… Her doğru, her yanlış; her iyi, her kötü; her çirkin, her güzel, gelip bu soruya dayanıyor. Bunun bende ve tek tek hiçbirimizde hazır bir reçetesi yok ne yazık ki… Hepimiz bir biçimde yapılması gerekeni canımızda duyuyoruz ama ötekine sormadan edemiyoruz. Ne yapacağız? Yanıtın zor olduğunu düşünmüyorum. Hatta çok bildik. Evrensel okurlarını sıkma pahasına bir-ikisini de ben tekrarlayayım: İnsanın temel var oluşuna yapılan her saldırıya, bildiğimiz tek bir söz bile olsa bıkıp usanmadan karşı duracağız. Devlet ideolojisine ve popüler kültür kuşatmasına karşı, emek-eşitlik-özgürlük odaklı devrimci-demokrat bir kültür yaratmak için bütün zeminleri yorulmadan kullanacağız. Öyle bir zemin yoksa kendi küçücük ya da kocaman imkânlarımızla biz yaratacağız. Yalnız taşlı duvar olmaz der bir Karac’oğlan türküsü. Şu dağınık, kocaman gücümüzü bir araya getirmenin, kendimize inanmanın ne kadar yolu varsa o yolların hepsine gideceğiz. Birlikte yaşama ve davranma kültürünü geliştireceğiz. Şiirden politikaya, resimden bilime, müzikten felsefeye, olağanüstü güzellikte bir donanımla, birini ötekine bir harf bile feda etmeden, hayatı örgütleyeceğiz, yücelteceğiz, büyüteceğiz…
evrensel.net
“İZDİHAM