‘Öğrendiğim her şeyi yalnızlıktan, ıssızlıktan, sessizlikten ve çok fazla bakmaktan öğrendim.’
Şule Gürbüz, yıllar önce Kambur’la şaşırtıcı bir başlangıç yaptı, Zamanın Farkında’dan kısa bir süre sonra da Coşkuyla Ölmek’le yine bizimle.
Türkçe edebiyatta Şule Gürbüz’ün çok özel bir yeri var artık, çok derinden bir ilişki kurabileceğimiz metinlerle bekliyor bizi. Coşkuyla Ölmek adını verdiği kitabın sunuşunda yazdığı gibi…
“Beklemek, bir şeyin yoluna ve haline girmesini beklemek, beklerken olacak olanın olması için gereken her türlü başka hale geçişlere, kalışlara tahammül etmek ne zor şeydi. Başı da, ortayı da, sonu da bilip beklemek ne tahammülü güç şeydi. Tanrı’nın da yaptığı bu muydu? Baş, orta, son belli, helak kaçınılmaz, ancak önemli olan o zamanı geçirmek, o zamandan geçmek. Ve geldiğinde gelmemiş gibi, bilmemiş gibi, yaşamamış gibi gelmek, rüyayı görüp uyanmak ve ‘Neyse rüyaymış…’ demek ve aynı yerden uyumaya devam etmek. Yaşamaya da, ölmeye de yazık.
Bu ölüm için yaşamaya, bu yaşamak için ölmeye yazık. Mezarlıklara, servilere, süsenlere, nisan sonunda açan katırtırnaklarına, telaşlı karıncanın adımlarına yazık, mezar taşına konup da bağıran karganın sesine yazık, ölüme ağlayan şaire, yaşam var zanneden filozofun nefesine yazık, şen taklalarla ilk senelerinde koşup zıplayan, ağaçlara tırmanırken seyredilip seyredilmediğini kontrol eden kedinin tırnaklarına yazık, ağdaki balığa, lokantada onu bekleyen anguta, önce ön iki ayağını sonra arkadakileri ovuşturup bu hareketinden büyük kâr ve kisve uman karasineğe yazık, hortumunu sallayan koca file, sanatlı sıçrayışıyla dahi boşluğu dolduramayan yunusa yazık, krepon kâğıdından gelincik ve petunyalara, en pürüzsüz çakıltaşına, kum olmuş zavallıya, sağdan sağdan yürüyen eşeğin inadına, yol kenarlarındaki ısınmış dikenlere, kozalağın içindeki fıstığa, duvara yapışmış yosuna yazık, bu topu bin yıllardır çevirip duran sema-i muğlaka, titreyen kanatlara, açılan göğe ve onun katmanlarına, havanın, suyun olduğu, olmadığı yerlere yazık.”
Hayat, ‘Coşkuyla Ölmek’ te, olanca derdiyle, görkemli bir boşluk gibi karşımıza dikiliyor. ‘Utanma’ halini arıyor kahramanlarınız… ‘Utanmak’ bir erdem mi, yoksa acizliğimizle ilgili bir pozisyon mu bu metinde?
Utanmak benim nazarımda bilmeye, daha doğrusu anlamaya denk düşüyor. Her aşikârlaşan şey insanı bütün karşısında küçültür, ufaltır. Nedenleri gösterince şahıs zayıflar, zaten bir olması gerekenin vakti saati geldiğini hatırlatır, becerinin, yeteneğin dahi payını azaltır. Utanmayan insan yumuşayamayan, eriyemeyen, affedemeyen insan olarak benim zihnimde yer alıyor. Bu da büyüyememeye, olgunlaşamamaya, şekil alamamaya karşılık geliyor. Utanma başlayınca gerisi gelir. Acz değil, erdem de değil, fazla dışarı sızdırmadan bir olunması, edinilmesi gereken hal.
Başta ‘Ruhuna Fatiha’ bölümü olmak üzere, kitabın tamamında gelenekle ‘haylaz’ bir ilişki seziliyor. Paylaşır mısınız?
Gelenek kadimleştikçe, toplumsal ve dini formlarla iç içe geçtikçe hem sıcak hem de masalsı bir hal alıyor. İnsanların hemen eteğinin altına girdikleri, işlerine geldiğinde bayrağını sallayıp aksi olunca hemen müstehzi bir bakışla kağşamış buluverdikleri, gerektiğinde açık yerleri örten, açıklığın makbul olduğu yerde fırlatılıp atılan bir eski zaman örtüsüdür gelenek. Benim hikâyelerde de normalde olduğu gibi bu örtü hep elde ve dilde ama kullanılış şekli halden hale, andan ana, olaydan olaya, yeter ki insanın lehine, o vaktin işleyişine olsun kullanılıyor.
Kitabın gövdesi sayılabilecek iki bölüm, iki öykü; ‘Akılsız Adam’, ‘Akılsız Adamın Oğlu Sadullah Efendi’… Baba oğul ilişkisi, insanın kendini ve hayatını kurmakla ilgili çabaların, yaşama anlam verme mücadelelerinin de kaygan zemini… Siz bu iki ‘mahzun’ karakterle, bu iki acılı erkekle, dünyaya dair ne söylemek istediniz?
Başlangıçta Akılsız Adamın Oğlu başlıklı bir uzun hikâyeye durmuştum. Ama daha çok başında, birlikte anlatırken karakterlerden birinin yanına geçmenin, haklılık paylarını ona vermenin ve tarafgir olmanın kolaylığını yazarken bile sezdim. Ve bir filmede, romanda eş zamanlı anlatılan karakterlerden bazılarına haksızlık edildiğini düşündüm. Hayat, kişinin iradesi, zaafları, içine doğduğu kendi cehennemi ve sonu ile aslında çok müstakil ve tümüyle şahsa özel. Onun bütün bunlarla iç içe iken ve sona gelmişken ne halde olduğunu, ne kadar yapıp kendisine ne kadar yakınlaşabildiğini görebilmek gerekir. Yukardan bakış, tanrısal mesela, bu eziciliği, çaresizliği, yetememeyi gördüğü ve hakkıyla bildiği için anlıyor ve bağışlayabiliyor. İnsanın katılığı, anlamayışın ve sondan habersiz olmanın verdiği bir sertlik ve acıyamayış. Anlayabilsek acıyabileceğiz de, her şeye merhamet edebileceğiz. Babayı ve oğlu bu nedenle ayrı ayrı, kendi kader çizgileri, karakterlerinin yazısı ne ise o kadar ve orda kalışlarının sabitliğinde yazınca ve onlar kendi sonlarına bununla ulaşınca babayı okurken ona, oğlanı okurken ve neticesine varırken oğlana acınmasını, neticede herkesin kendi payına düşeni çekmeden, ondan da bir türlü çıkamadan, ama her şeyi o cihetten görmeye devam ederek ezilip gittiğini anlatabilmeyi murad ettim.
Kahramanınız Sadullah, baba evinden Fransa’ya giderken odasını parça parça taşımış, bu veda biçimi babasını üzmüştü. Yıllar sonra evliliğini bitirip Türkiye’ye dönerken, evinden geri getirecek hiçbir şey bulamaması, evin kedisini kaçırması bu iki hikâyenin birleştiği bir kavşak mıydı? Büyümekle ve hayatın boşalarak bitmeye yaklaşmasıyla ilgili mi okumalıyız bu hikâyeyi?
Ben yetişme çağımdayken bazı şiirleri, hikâye ve romanları deşifre eden bazı yazılar, kitaplar okur da bunların benim aklıma kırk yıl düşünsem gelmeyecek şeyler olmalarına şaşardım. Ben büsbütün başka bir şey anlamış, daha doğrusu bir duygu akışı sezmiş olurdum. Kimin haklı olduğunu hala bilmiyorum. Şimdi de bazen benim yazdıklarımla ilgili bazı varılan kanaatler, tanımlamalar ve ifadelerde aynı yabancılığı ve şaşkınlığı duyuyorum. Ama bu sefer kimin haklı olduğu hususunda eskisi gibi tedirgin değilim. Şunu demek belki gerekir ya da başka çare yok; okur ve yazar ruhen, hem de sadece ruhen birbirine ne kadar yakınsa metin o derece doğru ve sarahatle okunur, açılır ve her şey aşikâr olur. Buna sebep hikâyelerin nasıl okunacağını daha doğrusu okumakla insanın içine akacak gerçek duygu akışını ruh belirler gibi geliyor bana.
Bu bahsettiğiniz nokta sizin fark edebildiğiniz bir yer, doğruluk payı da var. Ama şahsi bir beceri, bağlayabilmek de ayırabilmek de başkalarına öğretilebilecek, öğütlenebilecek şeyler değil. Muhatabın yani okurun derinliği her derde deva, aksi de elbet kaynar kazanlara düşmekten beter. Hikâyede, zaten hayattan hep bu tip şeyleri bulup çıkarıp alan baba, oğlun bu taşımalarından ziyade sarsılmıştı. Ama sarsılabilmek zaten onun doluluğuydu. Öğrendiklerini ve dile getirişlerini bu yolla ediniyordu. Acıdan ve kederden kaçmamak, göğsünü açıp beklemek tek beslenme ve anlama yoluydu. Sadullah, kendi boşluğu sebebi ile elini kendi terk edişinde de dolduramadı. Bu da onun acısı oldu.
Sadullah, babasının cenazesinde acı hissetmez, ölümü anlamaz. ‘…dünyanın gelmiş geçmiş tüm aptallarının acı sandıkları o boşluk duygusu ile caminin avlusunda duruyordum.’ Bu hal onu utandırır. Babasının istediği, hayattan utanan bir evlat olması ancak cenazede mi gerçekleşebilirdi?
Babanın arzuladığı aslında daha çepçevre bir şey. Baba, anlamayı, anladığından iğrenmeyi, tanıdığından, iç yüzünü bildiğinden yüz çevirmeyi, hayata tevessül etmemeyi kendi yaradılışında bulmuş, onlarla bir olmuş bir adam. Bunları, hatta daha ötesini oğlundan da bekliyor. Ama oğul her fani gibi yaradılışında olmayanı ya yok sayıyor ya da ithal etmeye çalışsa da beceremiyor, sahibi olamıyor. Buna sebep babayı oğlunun varlığı da utandırıyor, bir ahmağın daha meydana gelmesine vesile olduğu için kendine ve dünyaya kızıyor. Sadullah’ın hemen her şeyinde olduğu gibi burada da gizli, ince bir sezgisi var. Böyle olmaması gerekir, acı çekmem gerekir diyor ama onu da beceremiyor. Cenazede utanabilmesini Sadullah için yüksek bir mevki saymak gerekir, ama her sezgisi gibi o da üstünden kayıyor.
Eğlenelim diye söylüyorum, sizce babası Sadullah’a haklarını helal etmiş midir?
Herhalde etmiştir. Çünkü baba hayatın nasıl bir oyalanma, bir makam, bir kudüm sesi, az da olsa teskin edici bir inanç ile yine de biraz olsun kolaylıkla yuvarlanabileceğini bilip oğlanı bunlarla teçhizatlandırmaya çalıştı. Ama silahlanma da tehlikeyi bilenin, sezenin yapabileceğidir nihayette. Bunlardan habersiz Sadullah kudümün onu neden koruyacağını, cami puşidesinin hangi rüzgârlara mani olacağını, hafızlığın ve o biteviye tekrarların neyi teskin edeceğini bilemediğinden çıplak kaldı. Çıplağın başına gelen de başına geldi, bu da elbet belliydi. Babanın zaman zaman hiddetine ve kırıklığına rağmen bunu aklına getirmesi oğluna acımasına sebep oluyordu. Babanın süresiz kırıklığı hayatın gücünü, neyi ne yapacağını, kimi neresinden tutup savuracağını bilmesindendi. Sadullah hemen pek çoğumuz gibi bilemeyen, önüne geleni yaşayıverendir. İşin tuhafı bu normal sayılır, insan zaten normal olarak helak edilir, bu da normaldir. Ama aslında ‘normal’den dehşete kapılmak ve ona ayak diremek babanın ve her aklı erenin öngördüğü iken anormal sayılan baba ve benzerleridir. Sesi duyan, duymayan sağırlarca yadırganır, başına geleceğin ürpertisi ile yaşayan “hayata katılmıyor” diye küçümsenir. Ama işin sonu öyle değildir. Baba işin sonundan haberdardı, Sadullah da sona geldiğinde haberdar oldu. Buna sebep baba, hele bu son bilindikten sonra yine üzülecek, merhamet edecektir, de merhamet edebilene merhamet edecek daha büyük ve kapsayıcı bir şeye gerek var.
Tamamen erkek anlatıcıyla yazmak, sizin için bir özgürlük alanı mı?
Evet, herhalde. Tamamen kendi duyguları ve hayata bakışı ile yazan birisi olarak sözde biraz gizlenmiş oluyorum.
Gelenekle şekillenmiş erkekliğin hikâyesi, sizin yetkin yazarlığınızla, hikâye kurmaktaki ustalığınızla kitabınızda ışıldıyor. Bu erkekleri izleyen, sezen, yazan zihniniz kişisel yaşamınızda erkek dünyasıyla ilişkilenmenize nasıl yansıdı?
İki ağabeyim var, erkek ağırlıklı bir ailede büyüdüm. Ama kişisel yaşamımda ben hep bakan izleyen ama içeri girmeyen birisi oldum. Hayata kadınların ve erkeklerin diye bir paylaşım yapmadan baktım. Kendim de anlayışı, ıstırabı, zekâyı, lezzeti ve incelikleri sezebilmeyi nihayetinde de bunları dile getirebilmeyi topyekûn bir bakışta ve ayrıştırmayışta buldum. Sadece bir kadının ya da erkeğin, kendi cinsiyeti ile sınırlı şahsiyetin kemal derecesine pek rağbet edilemez gibi gelir bana. Sezgi, ayrıştırma ve sınırlardan hazzetmez, göz alabildiğine, ufalarak da olsa serapa bakmak ister. Her daralış sanıldığı gibi tıkıştığı yerin uzmanlığını da vermez, çoraklığını verir. Yani kadınların arasında durmakla kadın tanınmaz, ya da erkeklerle fazla iç içelik erkek iç dünyasını açmaz. Bana göre hayatı, kadını, erkeği, yaşlılığı, gençliği… anlamak trajedileri anlamak ve onlardan kaçmamakla mümkün. Benim hayatta her zaman en büyük korkum, anlayamayacağım şeylerle karşılaşmaktır, bu pek olmadı. Anlayabildikten, trajediyi kucaklayabildikten sonra dünya başınızdan aşağı dökülür.
Başta ‘Akılsız Adam’ metni olmak üzere, sizin edebiyatınızda Türkçe’nin geçmişiyle ilgili bir birikim, gelenek ve zenginlik var. Alıştığımız üslubunuza mücevher gibi kelimeler dahil oluyor, hem de yerini hiçbir güncel kelimenin alamayacağı bir biçimde… Bu dille bağınızı kuran, yaşatan metinler, duygular nedir?
Çocukluğumdan beri evimizde kullanılan kelimeleri, deyimleri, tabirleri, eski dili, musikiyi ve kadim yaşantının az çok akseden huzmelerini başkalarında pek görmedim. Daha kuru, sathi ve neşesiz bir dil buldum başkalarının hayatında. Bana aktarılanlar, anlatılanlar bakış açımı ve lisanımı herhalde belirlemiştir. Klasik Türk Müziği, divanlar, hat sanatı, 1960’lara kadarki edebiyatımız hep elimin, yastığımın altındaydı. Entelektüel bir gayreti hiç bir şey için göstermedim, hatta bundan çekindim. Kaderini arar gibi bir tavırla, araya başka bir şey katıştırmadan tabi oldum. Kendimin hem şeyhi hem müridi oldum. Az insan tanıdım, hep ve tüm zamanımda kendimle oldum, bunu bozacak her şeyden uzak durdum, bu hali hallerin en yükseği saydım. Diyebilirim ki öğrendiğim her şeyi yalnızlıktan, ıssızlıktan, sessizlikten ve çok fazla bakmaktan öğrendim. Dışarı ile çok az temas, kendine ve hayalâta fazla gömülme, okuduğu ve dinlediği ile hakiki bir bağ kurma beni kendi dilini keşfeden yaptı. Ama daha tamama gelmedim.
Dünyayı dünya yapan her şeyi, bütün hüznü ve acısıyla anlatıyor kitabınız. Varolmanın boşluğu ile ilgili her şeyi… “Hayatın bir sıraya giriş oluşu ilk kez dikkatimi çekmişti ve bu kimseleri pek de rahatsız etmiyordu. Herkes ne ise o olmak bir cendere ve utanç değil, bir başa geleceğin bilindiği sehpa değil, yemek sırası gibi bir şeydi; yemek de dünyada herkesin önüne konulan bir tabldottu hepi topu. Bütün bu sıra, o tabldotu eline alıp bir gözünde iş, bir gözünde çoluk çocuk, bir gözünde maişet olan bu renksiz tepsiyi önüne çekip oturmaktı. Ve herkesin önündeki aynı şeyle, herkesin aynı şekilde doyduğu hayatla işte bu koca ve kokulu yemekhanede uğultu içinde durmaktı.” … Lafı dolandırmadan söyleyeyim, edebiyatın yaşama sevincini köpürtmek gibi bir işlevi varmış gibi yaşadık. Bu metninizle, böyle bir dünyada – ve edebiyatta- yaratacağınız hüzünlü hal için ne söyleyebilirsiniz?
Aslında edebiyatın yaşam sevincini köpürtme gibi bir işlevi hiç bir gerçek edebiyatçının duyduğu bildiği hissettiği, parçası olduğu bir şey değildir. Bunlar kendi hayatını köpürtmek, bunun sütünü de okurdan sağmak isteyen zamane esnafının işinin gereğidir. Yazan esnaf, okuyan da sağmalık olursa bu tip serlevhalar da celi sülus ile yazılır elbet. Yaşama sevinci olsa kim kalemi eline alır? Sevinç elbet vardır, ama ciddiye alınan değildir, onlar asıl olan dinlenirken şöyle bir görünüverenlerdir. Ama okumanın da yazmanın da mesneti şaşırtıldı, herkesin okuduğu bir toplum hayal edilince herkes de yazmaya koyuldu. Oysa okuma da, yazma da bunu taşıyabilecek taşıdığını doğru yere götürüp teslim edebilecek olanın harcıdır. Böyle olunca ciddi okumaların yükü ağır geldi, eziyeti çok, zahmeti rahmetine galip sayıldı. Ben hüzünlü, ağrılı ve melalin derinden aksettiği duyuşu bir huzursuzluk ya da ağırlık saymadım hiç. Kendim hep bu duygularda olmakla beraber bundan şikayetçi olmadım. Bu da anlayabilmek ve mukavemet edebilmekle ilgili herhalde. Bunlar anlaşıldıkça ve her şeyin içindeki sezildikçe ağrı değil derinlik ve eşsiz bir ufuk veriyor. Kısılıp yük altında ezilmiş gibi kalmıyorsunuz, değişik tanımı güç bir ruh heybeti geliyor. Okurların hemen ezilmeyen, okuduğunu taşıyabilen, kendine ve hayata yakıştırabilen olabilmeleri gerekir. Bir de acı yan şu ki muhakkak da öyle oluyordur; okudukları ile ince daha inceliyor, kalının kalınlığı pekişiyordur. Yani ben asla incitmek istemediğim insanları daha da yaralıyor, üstlerinden ince bir tabaka daha kaldırıyorumdur da asıl sözü söylediklerim, dünyada hiçbir şeyi üzerlerine alınmayanlar yüzünden onlar, yani benim ruh benzerlerim biraz daha eziliyordur. Hâlbuki ben onlar güçlensin ve yalnız olmadıklarını bilsinler diye, şimdi ve sonrasına bir delil olsun diye yazıyorum.
“İnsan zaten dertli değildir, derdin kendisidir. İnsan öyle büyük bir derttir ki bu büyüklükte bir şeyin kendine sığacağını aklına getirmez de bunu dünyanın, hayatın derdi sayar. Hayat, o durgun, kibirli suyunda kendisine bakan bu çirkin heyulaya bakıp bakıp “Bu herhalde benim,” der. Bu dert de ona yeter.” Kahramanlarınız dünyanın derdine -hepimiz gibi- alışıyorlar da, kendi varlıklarının acısıyla başedemiyorlar. Bu yüzden mi dünyaya alışırız?
Ben dünyaya alışmaktan değil ,onu anlayıp küçümsemekten yanayım. Horgörü ile bakmaktan, onun tepeden bakışını tersine çevirmekten yanayım. Bu ise sadece bir duyuş ile bir bakış ile bir el sürmeyiş ile yapılabilir. Dünya, bunu yapana, yapabilene hiçbir şey yapamaz. Dünyaya alışmak onun bir parçası olmak değil, bu cifrin içinde ayrı durabilmek gerçek temizlik ve bir anlamda da kurtuluştur. Dünya ne yapıp edip kendine alıştırmaya, kabulüne çalışırken buna karşı durabilmek derin bir yalnızlık, müthiş bir mukavemet ister. Kendi varlığının acısı dediğiniz, o herkesin ve her şeyin suyuna karışmama ve kendi varlığını bilip ayırma derdin kendisidir. Kurtulan, alışmayan, kabul etmeyen tabii bulmayan olacaktır. Bize binyıllardır ‘Geldiğiniz dünya bir zevklenme safalanma yeridir, pek de yüksek, pek de hakkaniyetlidir’ denmemiş. Ama yüz çevirişin çocuksu bir istediğini alamama kırgınlığı daha iyisini bekleme arsızlığı değil, neyin nerde ne ettiğini idrak hali olabilmesi gerekir. Bu da dünyayı anlaşılabilir, kavranabilir ama alışılamaz yapar.
1992 de yayınladığınız ‘Kambur’ edebiyatseverler için efsanevi bir kitap olmuştur. Bu kısa romanla müthiş bir etki yarattınız, bir oyun ve bir şiir kitabından sonra 2011’e kadar, ‘Zamanın Farkında’ya kadar müthiş bir sessizlik oldu… Neden böyle bir ara verdiniz ve bu zaman parçası size neler yaşattı?
Kambur’u yazdığımda 18 yaşındaydım. O kitap benim için bir yazarlık ya da kariyer başlangıcı değil, bir duygu durumuydu. Bile isteye yazılan, başka bir şey de yazılabilecek, başka türlü de yazılabilecekken yazılan bir metin değildi. Buna sebep eserden ziyade duygu durumu olduğunu söyleyebilirim. Uyandırdığı etkiye çok aşina değilim vakit iletişim yolları kapalı, düşünceler ve hissedişler insanların içine sırlıydı. Kambur, tuhaflığın ve orjinal olma gayretinin olmadığı daha saf bir zamanın daha saf insanları için hatırası olan bir metin olabilir, benim için de öyle. Kambur’un asıl okurlarını zaten ilk basıldığı 93, 94 yıllarında okuyanlar saymaya meyilliyim. Ben de onlar da şimdi söylesem anlaşılmayacak bir haldeydik okurların yıllar sonra beni hala hatırlayıp sahip çıkmalarına da hem şaşkın, hem müteşekkirim, hatta başka, zor bir haldeyim. Ancak Kambur’u yazdığım günümde ve yaşımda o sonsuz heyheylerim, yanı başımdaki çok derin kederlerim, deliliğim ve cinnetim kısacası o kitabı oluşturan her şey ciddi ve sahici bir yazar oluşturmaya yetecek şeyler değildi. Ama o hal tümüyle sahiciydi. Çünkü ben daha yazmak nedir, bilmiyordum.
Ancak tüm cehaletime, gençliğime rağmen çok okumaya, yükseklikleri sezmeye, derinliklerden başı dönmeye, sarsılmaya, kendinden hemen vazgeçmeye, yüksek sanatları sezdikçe elindekileri tasnife… hep yakın ve bu yapıda birisi idim. Gerçek ve oluşturulabilmiş eserleri, edebi ve felsefi metinleri kendime yaklaştırdıkça kendimden vaz geçiyordum. Geçtim de, hem de kolaylıkla, bir an bile bu halimle idare ederim diyemedim, kendimi utandırıcı buldum. Diyebilirim ki o şekilde devam etsem bir on yıl gittikçe marjinalleşerek kendimce bir hüküm sürerdim, şimdiye de biterdim, çünkü aslında başlamamış olurdum. Bütün iş bir şeyler yapmak, üretmek, kazanmak değil olgunlaşmakta. Çoğu kişi sadece ve sürekli bir şeyler yapıyor ama hiç olgunlaşmıyor. Buna sebep aslında bu ortaya konulan sonu gelmez yığınların hemen hiçbiri bir şey değil. Yaşayan insanların çoğu maalesef bir şey değil. Yapmak sonradan olacak bir şeydir. Olduktan sonra zaten olmasa ne olur?
Kambur’dan hemen sonra okumaya yurt dışına gittim ve arkamı unutmaya çalıştım. Döndüğümde yalnız olmaya derin bir ihtiyacım ve hayranlığım vardı. İşim rast gitti, çünkü böylesine, her şarta razıydım. Saat tamircisi oldum ve atölyeye kapandım. Elbet geçen zamanda geçenin tümünün aslında benim ömrüm olduğunu bazen müthiş bir keder ve zor zapt edilen bir sızı ile yaşadım. On sekiz yıl aslında geçen her gemiye binmek, her trene her uçağa atlamak isteyen olarak kıpırtısız, sabit sadece baktım. Hayatta becerebildiğim bir şey varsa o da herhalde budur. Bu sürekli bakış bana gün günden yıl yıldan bir derinlik ve kendi kendimle anlaşabileceğim ve anlatabileceğim bir lisan verdi. Teselli verdi, önüm ve manzaram açıldı, on beş senenin sonuna doğru biraz biraz rahatlamaya başladım. Anladım, kabulüm kolaylaştı, üstüme bir tat geldi. Ertesi sene Zamanın Farkında’yı yazmaya başladım, sonra Coşkuyla Ölmek ve bu zamandan çıkan bir kitap daha. O bir müddet sonraya.
Söyleşi Yazarı: Murat Hocaoğlu, okuryazar.tv
İZDİHAM