Tahir Abacı, Deliler ve Veliler
Tahir Abacı’nın deliler ve velilere dair metni.
Elazığ’da, araçlara yol vermediği için adı “Yolyemez”e çıkmış, sekiz köşe kasketli, yelekli, yumurta topuk kunduralı Nazmi ağaya bir Murat 124 çarpmıştır. Şoför yardıma koşar. Nazmi ağa, bıyıklarını burarak, doğrulur: “Bizde hasar yoktur gardaş, arabada bir hasar varsa ödeyek!” Yücel Çakmak, “El-Aziz’in Azizleri” adıyla yayımladığı kitabında yöresinin bu türden hoş insanlarını “aziz” olarak nitelemiş. Daha önce düşündüğü başlık “deli mi, veli mi” imiş. Aslında “deli mi, veli mi” ya da “deliler, veliler” karşıtlaması, Anadolu kültüründe en sık karşılaşılan karşıtlama. Şehir tarihçelerinin çoğunda bu insanlara özel sayfalar ayrılır, hikmetleri ya da nükteleri anlatılır.
Benim gençliğimde Faro’lar, Şorikli Yaşar’lar, İzzo’lar, Mamilo’lar ve daha bir çokları Malatya sokaklarının ‘mümtaz’ yüzleriydiler, kırık kanadı yüzünden göçe katılamayan Hacı Leylek kadar şehrin doğal ‘akseuar’ı sayılırlardı. Hemşehrilerim konuya büyük ilgi göstermişler, Malatya’nın delilerini takvimleştirmişler, yok satmış. Değerli çizer arkadaşımız Aydan Çelik de, Gürün’ün benzer seçkin kişilikleri için bir çalışma yapmıştı. “Aşgana” dergisinin eki olarak yayımlanan bu albümde de hayli ilginç tiplerle karşılaşıyoruz.
“Pazar ola”nın uğuru
Evliya Çelebi, döneminin delilerinin Eyüp’te düzenli olarak bir araya gelip şakalaşıp oynaştıklarını anlatıyor. Aralarına katılıvermek, acaba iyi mi olurdu, kötü mü? Günümüz İstanbul’unda da sokaklarda ve araçlarda onlarla sık sık karşılaşmak mümkün. Birisiyle komşuluk da yapmıştım. “Aksaray Güzeli” Yenikapı’ya inen sokaklardan birinde, zemin kat odasında oturur, pencereden gelene geçene terslenirdi. Bu alanda İstanbul’un geçen yüzyıldaki en ünlüsü “Pazarola Hasan Bey” olsa gerek. Kısacık boyundan büyük kafası olan ve her dükkanın önünden “Pazar ola” demeden geçmeyen, “uğur” getirdiğine inanıldığı için, ortalıkta görünmediği zamanlar esnafın kaygısını uyandıran bu saygın kişilikle ilgili bir kitapçık da var. Yavuz Selim Karakışla tarafından hazırlanıp “Toplumsal Tarih” dergisinin eki olarak verilen kitapta, onunla ilgili bilgi ve fotoğrafların yanı sıra, dostluk ettiği yazarların kendisiyle yaptığı röportajlar da yer alıyor. Osman Cemal Kaygılı, onu evinde ziyaret edip konuşan yazarlardan biri.
Psikiyatristler, bizim sokak delilerinin ‘ruh bilimi’ndeki tanımların hiç birine uymadığını söylerler. Erasmus’un “Deliliğe Övgü”süne rağmen, delilerin lanetlendiği, kırbaçlandığı, dışlandığı, kapatıldığı – ki Foucault, “Deliliğin Tarihi”nde asıl bu durumu fantastik bir toplu çılgınlık olarak niteliyor – çoğu Avrupa ülkesinden farklı olarak, bizim delilerimiz ‘hikmetli’ söz söyleyen, bilemediniz şakalarıyla eğlendiren kişilikler olagelmişlerdir. Yıllar önce, Elazığ akıl hastanesine giden bir arkadaş anlatmıştı. Hastane konuklarından biri yanına gelerek, bahçedeki heykeli göstermiş ve şöyle demiş: “Türkiye’nin en büyük heykeltraşı Atatürk’tür, ne yazık ki onu da dışardan getirdiler”. İşte bir söz ki, “boş söz” de sayabilirsiniz, arkasında anlamlar yatan bir “hikmet”, hatta siyasal bir ironi de…
Don Kişot’tan Şvayk’a….
Başka hiç bir trajik durum yoktur ki, bir ucuyla da ‘komedya’yı besliyor olsun. Sözgelimi, Aziz Nesin’in birkaç kitabının başlığında ‘deli’ var. İşin ilginç yanı, destandan kopan modern edebiyat, bir “deli”nin, Don Kişot’un maceralarıyla başlar. Metin ön görülmüş değil, durumdan türemiş bir ironi içerir: Feodalizmden kapitalizme ve destandan romana geçişin buluştuğu bir “moment”e denk düşmüştür. Gogol’ün “Bir Delinin Hatıra Defteri”yle konuya ‘deli gözü’nün dahil olmasıyla ‘deli söylemi’ anlatım alanına da taşınır. Bizim edebiyatımızdan örnekleyecek olursak, Tezer Özlü Kıral, elbette ‘gidip geldikten’ sonra “Çocukluğun Soğuk Geceleri” romanında ‘klinik’ günlerini anlatırken, düz bir anlatım kullanır. Tıpkı gidip gelmesine ve o süreçte eşini boğarak öldürmesine de anılarında yer verebilen Louis Althusser gibi. Leyla Erbil ise, ‘hezeyan’ın olağan mantıktan taşan anlatım özelliklerinden de yararlanır kimi hikâyelerinde.
İşin netameli tarafını bırakıp yine öteki yüze dönelim. Don Kişot kadar ünlü bir başka edebiyat delisi olan Şvayk da, Yaroslav Haşek’in Birinci Dünya Savaşı sonrası yayımladığı romandan taşarak toplumsal bir tipe dönüşmüş, başka deyişle anonimleşmiştir. Zaten Haşek yazdığı önsözde, Şvayk’tan caddelerde dolaşan gerçek bir kişi gibi söz eder. Nitekim Brecht de onu alıp İkinci Dünya Savaşı’na sokar. Hitler, Sovyetler Birliği’ni hedef gösterdiğinde, Şvayk çağrıya büyük bir içtenlikle katılacaktır. Gel gelelim, finalde, bir kar fırtınasının ortasında, Hitler ile karşılaşacaklar ve Hitler Sovyetler Birliği’nin yolunu ondan soracaktır.
Deliyi veli sayan bir toplum olduğumuzdan olsa gerek, hem Haşek’in, hem Brecht’in Şvayk’larını çok sevdik. Haşek’in eseri, 1960’lı yıllarda ilk kez bir oyun olarak karşımıza çıkmıştı ve Şvayk rolünde Genco Erkal oynamıştı. Brecht’in Şvayk’ı da bir kaç kez sahnelendi. İlkinde Şvayk’ı Şener Şen oynamıştı, sonrakilerde tanıdığımız ilk Şvayk, yani Genco Erkal rol alacaktı. Haşek’in metni roman olarak ise ilk kez 1968’de Zeyyat Özalpsan çevirisiyle yayımlandı. İki ciltlik kitap, kendi okuma tarihimde en hızlı okuduğum metin olarak yerini almıştır. Yakın yıllarda Celal Üster çevirisiyle yeni bir baskısı da yayımlandı.
Deli mi, veli mi? “Divane”yi meşru kılmış divan şairi gibi söylersek: “Varsan halka eylesen nazar, her biri başka deli…”
Tahir Abacı
İZDİHAM