Den Brysomme Manen Filmi Üzerine Eleştirel Bir Okuma Denemesi
Yönetmen : Jens Lien
Senaryo : Per Schreiner
Oyuncular : Trond Fausa Aurvaag, Petronella Barker, Per Schaaning, Birgitte Larsen, Johannes Joner, Ellen Horn, Anders T. Andersen
Türü : Komedi, Drama, Gizem
Yapım Yılı : 2006
Ülkesi : Norveç, İzlanda
Süresi : 95 dakika
Den Brysomme Manen (Uyumsuz Adam) filminin girişi, birbirini yercesine öpüşen bir çiftin görüntüsüyle başlar. Bu açılış sekansı aynı zamanda filmin ileriki aşamasında yine karşımıza çıkar. Birbiriyle bakışımsız yapılan bu öpüşme sekansı, film hakkında ilk zihinsel okumayı sunar. Metroda öpüşen bu çiftin yaptığı tek şey, gözler açık ve tavana dikilmiş bir halde, yabani şapırtılarla kendilerini dudakların teknik boşluğuna bırakmalarıdır. Bu, yapma bir çiçeğin gösterisi gibidir. Yok oluşun nesnesi konumuna gelmiş bireylerin buradaki rolü, bir tüketim etkinliğidir, denilebilir. Birbirinin gövdesine durmadan bir saldırı söz konusudur. Ruh, infilak etmenin eşiğindedir.
Andres bu çifti hayretler içinde seyreden bir yeryüzü insanıdır. Duygudan yalıtılmış bir şehre yalınayak düşmüş, teknik kalpler uygarlığının günah taşıyıcısı gibidir adeta. Muhasebeci olarak göreve başlayacak bu şehirde herkesin beklediği biridir. İlkin patronuyla tanışır, güler yüzle karşılanır ve ofisi gösterilir kendisine. Patronu ona “mutlu olman bizim için önemli!” der. Andres şaşırır, anlamaya çalışır. Patron devam eder: “Yeni bir bilgisayar ya da sandalye istersen söyle…”
Bu cümleler, nesnelerin insanı nasıl kuşattığına, onu kendisine nasıl mahkûm ettiğine dair bir apaçıklığa sahiptir. Bir bilgisayar ya da bir sandalye, insanın mutluluğunu kapsayacak denli önemli kılınır. Ki filmin bütünü son moda evler ve binaların görkemi üzerinden yürür. Nesneler insanın özgürlüğünü ve kalbini, kendisinden uzaklaştırmış gibidir. Andres’ın dışarıda bir bankta simit yerkenki hali, natürel bir insan profilidir; ama az ilerisinde niçin öldüğü anlaşılmayan ucu sivri şişlere mıhlanmış bir adamın önünden geçen kalabalığın duyarsızlığı, insansızlaşmak örneğidir. Tepkisiz bir yığın kalabalık, ölü kimlikler meclisi gibi karşımızda durmaktadır. Duygunun ölümüdür bu!
Bu tepkisizlik sadece nesneler üzerinde yoğunlaşmaz. Mesela ilişkiler sorgulanmadan kabul edilir. Andres, yemekte tanıştığı bir kadına –ki yemek en büyük ayindir bu filmde- “Ara sıra dışarı çıkmaya ne dersin? Konsere filan gideriz.” der. Kadının söylediği tek söz şudur: “iyi olur”. Yemeğe çıkılır, sonra sevişilir. Duygusuzluk, sevişilirken de kendisini gösterir. Hep aynı biçimde aynı rutinlikle birleşme sağlanır. İçteki dürtülerin yoğunluğu, sıfır noktasındadır. Bu rutinlik, filmde hep böyle devam ededurur. Andres, birlikte kaldığı bu kadına rüyasını anlatmak ister; ama kadın dinlemek istemez. Uğraşı olan dekorasyondan başka şey düşünmez ve bunun hakkında, “Andres, şuraya da bir küvet yapsak nasıl olur?” der. Kadının rüyayı dinlemek istemeyişi, gerçek yaşantıdan uzak kalmak isteğindendir, denilebilir. Çünkü rüyalar gerçek bir varlığın bilinçaltındaki insani izdüşümleridir. Kadın bunlardan uzak ve oldukça tekdüze bir yaşantının bekçiliğine soyunmuştur sanki. Ayrıca kadının rüyayı dinlemek istemeyişinde, kendisinin dışında merkezde olunamayacağının anlamı da çıkarılabilir. Bu bencil tavır, modern ötesi bireylerin mizacına dönüşmüş gibidir. Başkasının düşüncesi, kendisinin içinden geçenler kadar kıymetli değildir. Andres, bu yüzden ondan uzaklaşır belli bir süre, çalıştığı iş yerinden Ingeborg’a âşık olur. Ona sinemaya gitme teklifinde bulunur ve Ingeborg kabul eder. Sinemada dramatik bir film seyredilir. Koskoca sinemada filmden etkilenen ve ağlayan tek kişi Andres’tır. Diğerleri gözyaşlarının önüne beton dökmüşlerdir sanki. Kalıplaşmış bir zihinle görüntüye odaklanmış bir kitle vardır. Baudrillard, buna bir avuç dolusu “yığın” der. Nereye baktığı belli olmayan bu yığınların gideceği yer, çelikten ve demirden yapılma yapıların gölgesi olabilir.
Hakeza Andres, âşık olduğu Ingeborg için daha önce birlikte olduğu kadına gidip, başkasının hayatında olduğunu dolayısıyla kendisiyle birlikte olamayacağını söyler. Kadının verdiği yanıt şudur: “Cumartesi’ye kadar ayrılmayalım, çünkü yemeğe gelecek misafirlerimiz var”. Andres’ın şaşkınlığı hepimizin şaşkınlığıdır. Mekanikleşmiş bir yaşantının esiri olmuş insanlarla karşı karşıyayızdır. Böylesi bir dünya tasavvuru, insanın çıkmazıdır aynı zamanda. Sisteme boyun bükmüş mutlulukların peşine düşen bireylerin kimliksiz imparatorluğuna benzetebiliriz bu durumu. Ki Ingeborg’a aşkını ilan ettiği bir epizotta Andres, bir kez daha şaşırır. Burada Ingeborg’un, Andres’ın dışında birçok kişiyle birlikte ve herkesi eşit derecede idare eden biri olduğunu anlarız. Bu durumu hazmedemez Andres ve bilindik uğrağı olan metroda sürreal bir atmosferden geçer: metronun altına girer, kalkar; metro tekrar üzerinden geçer, kalkar; yine ve yine, sonra tekrar hayata döner. Bu sürreal tablo, başparmağını bilerek yerleştirdiği kâğıt kesme makinesine bırakması ile nakaratlanır; ama hastanede tedavi edildiği halde kesilen parmak yerindedir. Bu gerçeküstü durum, mutluluğa dayalı bu uygarlığın hiç kimseye hiçbir şey olmaz algısıyla hareket ettiğinin kanıtıdır. Çünkü orada var olan bir can ya da kalp yoktur. Beden, bir metaya dönüşmüş; ruh, kimsesiz bir kimlik edinmiştir sanki.
Andres, insanın duygularıyla başkasına baktığı zamanlarını özlemektedir. Geldiği bu uygarlığa oldukça yabancıdır. Zevkten, sevmekten, kokudan ve tad almaktan soyutlanmış bu insanları anlamamaktadır. Andres, çokça bira içtikten sonra tuvalete gittiği bir sahnede pisuvara işerken biranın bira tadı vermediğinden yakınır. “Buranın birasında bir sorun mu var? İçine su filan katıyorlar sanırım” der ve ekler “bütün gece içtim ve etki etmedi”. Tuvaletten bir başka ses gelir, bu kişi daha sonra arkadaş olacağı ve aynı duygu durumundan muzdarip Hugo’dur: “Etki etmiyor, benim kafam da normal. Çok kötü. Kazandığım bütün parayı biraya yatırdım. Ama nafile. Ne anlamı kaldı ki? Her şeyi denedim. Hiçbir şeyin tadı yok. Eskiden sıcak çikolata içerdim. Ama onun da artık tadı yok. Sadece bir örnek verdim. Hiçbir şeyin tadı yok. Sıcak çikolata, vajina, hamburger.. Hiçbir şeyin tadı yok”.
Andres bu cümlelerin sahibi adamla aynı duyguları paylaşır ve onu takip eder. Evini öğrenir. Bir zaman sonra onu görmeye gider. Hugo’nun evi, diğer evlerden farklıdır. Gri tondan yapılma travertenleri andıran bir giriftliğe sahiptir. Duvarlardan bir müzik sesi gelir. Andres, epeydir duymadığı bu sese kulak verir. Duvara asılı tablonun arkasındaki gedikten gelen bir müzik sesidir bu. Andres, gedikten müziğin geldiği yere bakmaya çalışır, bir ışık huzmesi görür. Hugo o sıra “bundan kimseye bahsetme” der. Andres de kimseye anlatmayacağını söyleyerek evden ayrılır. Hugo’nun evde olmadığı bir zamanda Andres, bir gece yarısı eve gizliden girer ve deliği açmaya, büyütmeye çalışır.[1] Hugo, onu deliği açarken yakalar. İlkin yapmaması gerektiğini söylese de delikten gelen müthiş bir koku onları deliği birlikte açmaya zorlar. Delikten gelen koku komşulara kadar gider ve birçok kişi eve akın eder. Hugo, onları evden uzaklaştırır. Andres öte tarafa ulaşır, elini delikten geçirir. Eline geçen şey harika kokan bir kek parçasıdır. Onu kıtlıktan çıkmışçasına yemeye başlar. O sıra çıkardığı gürültüden ötürü, şehrin görevlileri gelir ve onu arabaya bindirerek şehirden çıkartırlar. Film, Andres’in önemli biri olarak geldiği otobüste, önemsiz biri olarak bagaja atılmasıyla sona erer.
Bu anlamda Norveçli yönetmen Jens Lien’in Cannes Film Festivali’nde “ACID Ödülü” ve Norveç Amanda Ödülleri’nde ise “En İyi Yönetmen”, “En İyi Erkek Oyuncu” ve “En İyi Senaryo” dallarında ödüller alan Den Brysomme Manen (Uyumsuz Adam) filmi, modernleşmenin handikaplarını önümüze serer. Mutluluğun peşine düşmüş insanların, insani duygulardan nasıl uzaklaştığını gösterir. Başarının ve büyümenin tarihini yazmaya çalışan uygarlıkların, kalpten bağımsız hareket edilemeyeceğine dair eleştirel bir bakış sunar. Sevmenin, büyük yapıların gölgesinden daha küçük olamayacağını hatırlatır. Bir insana dokunmanın, bir insana bakmanın, bir insanla yürümenin ne kadar manidar olduğunu işaret eder. Yaşamın ezberlenmiş yönünün insanı protez kılacağını söyler. Çünkü yeryüzü, kalıplaşmış zihinlerin ve duyguların boyunduruğuna girmez. Sahte duygular, insanları duvardan bir parça yapar sadece. İnsani kimliğine kişilik kazandırmaz. Bedenin ayakta kalması ruhun sayesindeyse, kalbin işlevselliği de sevmenin sonsuzluğunda aranılmalıdır.
Den Brysomme Manen (Uyumsuz Adam) filmi, kendi ülkesinin ve bu durumdaki benzer ülkelerin paradoksunu adamakıllı bir eleştirel süzgeçten geçirerek, bunun kritiğini gözler önüne serer. Andres’in müziğe ve kokuya gitmesi, insani olan her şeye bir özlem olmakla birlikte sonsuz güzellikte bir ağıt gibidir.
Patron: Her şey yolunda mı? Yorgun görünüyorsun. İşler mi çok geldi.
Andres: O kadar çok şeyi özledim Havard.
Patron: Yeni lambalar geldi.
Andres: Çocukları görmeyi özledim. Sıcak çikolata mesela. Şöyle sıcak sıcak. Çocukları düşünüyordum. Bebeklerin neye benzediğini hatırlıyor musun?
Dipnotlar:
[1] Delik, bir vulvayı andırmaktadır. Andres, deliği açmaya ve ışığa ulaşmaya çalışarak özlem duyduğu cinsel fantasmasında gezinir. Vardığı yer, bir kek parçasıdır. Bunu doyuma ulaşmanın karşılığı olarak okuyabiliriz. Böylelikle Andres, teknik prosedürlerle işleyen bir uygarlığın ilkelerinden uzaklaşarak, natürel olanın varlığını bize duyumsatır. Ayrıca deliğin diğer tarafında çocuk sesleri gelir. Bu, rahme giden yol şeklinde yorumlanabilir. Bu doğrultuda Andres’in yeniden bir doğumun peşine düştüğü söylenebilir.
*Böylelikle Andres, teknik prosedürlerle işleyen bir uygarlığın ilkelerinden uzaklaşarak, natürel olanın varlığını bize duyumsatır. Ayrıca deliğin diğer tarafında çocuk sesleri gelir. Bu, rahme giden yol şeklinde yorumlanabilir. Bu doğrultuda Andres’in yeniden bir doğumun peşine düştüğü söylenebilir.
Veysi Erdoğan
İZDİHAM