1912 Yılı bir bahar sabahıydı. Fransa’nın Cherbourg Limanı’da, uzun pardösülü, elli yaşlarında bir adam, elinde bavuluyla sağa sola koşturmaktaydı. Onun bu telaşlı halini fark eden mavi üniformalı bir liman görevlisi, hızlı adımlarla kendisine yaklaşıp sordu:
-Buyrun bayım, yardımcı olabilir miyim?
-İngiltere’ye giden gemiyi arıyorum. Hangi rıhtımdan kalkıyor acaba?
-Yalnız siz duymadınız sanırım. Manş Denizi’nde çok yoğun sis var. O yöne giden tüm seferler iptal.
-Hayır, nasıl olur! Benim oradan başka bir gemi ile Amerika’ya geçmem gerekiyor. O gemiyi kaçırırım, gidemezsem!
-Hım, siz şu meşhur Titanik’i mi diyorsunuz? Şansınız yokmuş bayım. Eğer o dev gemi sizi beklemeyecekse, yetişmeniz imkansız.
Fransa’dan İngiltere’ye gidemediği için Titanik’i kaçıran bu adam bir Türktü ve o dev gemiye, bileti olup binemeyen tek yolcunun da sadece kendisi olacağının henüz farkında bile değildi.
Doktordu ve Amerika’da yapılacak olan davet edildiği tıp seminerine katılacaktı.
Sirkeci’den bindiği Şark Ekspresi ile üç dört günlük bir tren yolculuğu yaparak Paris’e gelmiş, oradan bulduğu bir vasıta ile alelacele limana koşmuştu.
Şimdi tüm bu yolu bir de geri dönmesi vardı. Ayrıca dönüş seferi de, bir hafta sonraydı.
Bu süre zarfında Paris’te oyalandı. Canı sıkkın bir vaziyette bindiği dönüş treni, bir istasyonda mola verdiğinde, o facianın haberini gördü. Olduğu yerde dona kalmıştı. Zira tüm gazetelerin manşetinde şöyle yazıyordu: “Titanik Battı”
“Şükürler olsun” dedi, önce kendisine gelirken. Sonra, “Yolcuları kurtarabilseler keşke” duası döküldü dilinden.
Bu adam, Doktor Besim Ömer Paşa idi. Yüksek öğrenimini Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne’de askerî öğrenci olarak ve her sınıfı birinci olarak bitirmişti.
Uzmanlık eğitimi için devlet tarafından Paris’e gönderilmiş ve eğitimini Chartie Hastanesi’nde seçkin profesörlerin yanında tamamlamıştı. Hatta Paris’teki deneyimlerinden yola çıkarak “Doğum Tarihi” adlı bir kitap bile yazmıştı.
Paris’teki öğreniminin ardından yirmidokuz yaşında yurda dönmüş, Ebe Okulu’nda öğretmenlik yapmıştı. Ebelik alanında ülkemizdeki ilk kitaplar olan “Doğurduktan Sonra”, “Ebe Hanımlara Öğütlerim” ve “Ebelik” adlı üç kitap yayınlamıştı. Otuzyedi yaşındayken kendisini Doğum Kliniği Şef’liğine getirmişlerdi. Sonraları sadece doğum konusuna değil, hastabakıcılık işine de el atmıştı. 1911 Yılında İstanbul’un seçkin ailelerinin kızlarına, gönüllü hastabakıcılık kursu vermiş, bu altı aylık kursu alan kızlar, yaralı askerlerin bakımına katılmıştı.
Ve şimdi trende, kompartmanın en köşesinde, camdan dışarı bakarken, kafasında bir kazadan kıl payı kurtulmanın getirdiği tuhaf düşünceler ve döndüğünde İstanbul’da yapacakları işlerin listesi olan bir adam oluvermişti.
Sonra ne mi oldu?
Döndü. Hedeflerine, kaldığı yerden koşmaya devam etti. Önce halktan kadınlara hastabakıcılık kursları açtı. Üçyüz kadar hasta bakıcı yetiştirdi. O arada 1.Dünya Savaşı patlak verdi. Çanakkale Savaşı sırasında Kızılay Genel Müdürlüğü yaptı..
Savaş bittiğinde 1919 yılında Darülfünun’a emin (rektör) olarak atandı. 1922 Yılında kendisinin de mezun olduğu Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’ye bir grup kız öğrenciyi kayıt ettirerek Türkiye’nin ilk kadın doktorlarının yetişmesine vesile oldu. Cumhuriyet’in ilanından sonra da gelen ısrarlı teklifler üzerine iki dönem milletvekilliği görevi üstlendi. Kendine “Akalın” soy ismini aldı.
Doktor Besim Ömer Akalın, Türkiye’de doğum biliminin öncülerinden sayılır. Hatta “ebelerin ebesi” olarak adlandırılmaktadır. Ebelik, hemşirelik ve hastabakıcılık mesleklerinin kurumsallaşmasına büyük katkıları olduğu gibi, yazdığı bilimsel makaleler ve kitaplarla ülkede tıbbi yayıncılığı başlatan bilimadamı olarak görülür.
1940 Yılında, yetmişsekiz yaşında, Ankara’daki evinde bize veda etmiştir.
Ahmet Cora
İZDİHAM