Shakespeare’dan sonra dünya dillerine en çok tercümesi yapılan yazar. Uzun yıllar seyahat etmiş, tabiatı ve insanı incelemiş, çağını çok iyi gözlemlemiş bir yazar. Ama o sadece bir yazar değil; aynı zamanda hayatı, tabiatı, insanı ve kendini; okumaya, anlamaya, anlamlandırmaya çalışan, sürekli arayış içindeki bir seyyah.
Çağının aristokrat sınıfının gösterişli yaşantısına ateş püsküren, hristiyan inancının dogmalarını reddeden, bu nedenle devlet ve kilise tarafından en büyük düşman olarak görülen ve nihayet aforoz edilen Tolstoy, sonunda dini yalın bir ahlak öğretisi derecesine indirgeyerek, “radikal bir ahlakçılık”a ulaştı.
Sizi büyük bir edebiyatçı olarak tanıyoruz. Fakat biraz daha yakından tanıyınca hayatınızın inanç noktasında odaklanmış bir iç muhasebeyle geçtiğini görüyoruz. Sizde şüphe uyandırıp sizi arayışa iten, inancınızdan uzaklaştıran sebep dini eğitim almamanız olabilir mi?
Hristiyanlığın ortadoks mezhebine göre vaftiz edildim ve eğitildim. Çocukluktan itibaren ve gençlik yıllarımda bu inanç çerçevesinde öğrenim gördüm.
Peki, buna rağmen sizi inancınızdan uzaklaştıran neydi?
Benim inançtan kopuşum, aynen bizim kültür tabakası insanlarında nasıl olmuşsa ve şimdi nasıl oluyorsa öyle olmuştu. Sanırım bu, ekseri hallerde şöyle olmaktadır: Etraftakiçoğunluk nasıl yaşıyorsa öyle yaşıyor insan. Ekseri inanç esaslarına ters düşen ilkelere bağlı olarak yaşıyor. İnanç öğretisinin hayatımızda payı yoktur. Ne başka insanlarla olan ilişkilerimizde rastlıyoruz ona, ne de bizzat kendi hayatımızda… Ortadoks inançta olduğunu söyleyen biriyle bunu reddeden biri arasında eğer bir fark var ise bu fark hiç de birincinin lehine değildir… Durum böyleydi; sanırım insanların çoğunda da böyledir. Bana öğretilen inanç esasları bende de başkalarında olduğu gibi yok olup gitmiştir.
Bu yok oluş ateizm mi yoksa yerini başka bir inanç aldı mı?
Bana çocukluğumden beri öğretilenlere inanmıyordum ama bir şeylere inanıyordum. İmkansız sözlere dökemiyorum bunu.
Yani arayış dönemi… Peki neler düşünüyor, neler hissediyordunuz bu dönemde?
Mükemmelleşmeye çalışıyordum. Yani elimden geldiğince ve karşılaştığım herşeyi öğreniyordum. İrademi mükemmelleştirmeye çalıştım, kendime hayat kaideleri tesbit ettim, onlara uymaya çalıştım. Pek tabi bunların esaslarını ahlaki mükemmelleşme teşkil ediyordu ama onun yerini hemen başka insanların karşısında daha iyi olma arzusu aldı. Ve hemen sonra da bu gayretim yerini diğer insanlardan daha değerli, daha zengin olma arzusuna bıraktı.
Bu kadar çalkantılı ve hayatın anlamsızlaştığı bir dönemden nasıl kurtuldunuz?
Bizim çevrelerin hayatından kopardım kendimi. Kıyıya ulaşmak için akıntıya karşı kürek çekmeye başladım. Kıyı Tanrı’ydı, yön gelenek, kürekler bana verilen özgürlük… Kıyıya ulaşmaya çalıştım, Tanrı’yla birleşeyim diye.
Anladığım kadarıyla alt yapısı olmayan bir inançtan inançsızlığa, oradan da sağlam bir inanca ulaştınız… Bu noktadan hareketle sanatınıza yönelmek istiyorum. Öncelikle inanç ilkelerinin anlam kazandırdığı bir hayat anlayışına ulaşmanızın ve içsel değişiminizin sanatınıza nasıl yansıdığından biraz bahseder misiniz?
İnançsızlar ve ahlaksızlar mantığı hiçe saymış, insanları gerçeklerden uzaklaştırmaya çalışmış ve sanatı kısır bir döngü içine bırakmışlardır. Yalnızca bireysel çıkarları karşılayabilecek bir sanat yapmaya yönelmişlerdir. Oysa sanat ancak insanlara ve dünyaya faydalı olarak gerçekliğini kanıtlayabilir.
İnsanlardaki kötü duyguların, düşmanca tavırların hızla artmasının nedeni sanatsız kalmaktır. Resimden müziğe, ondan da trajediye kadar sanatın yozlaşması, insanın kötüye doğru yönelmesinden kaynaklanıyor. Bu arada sanat ahlakıyla eser verenlerin hayattayken aşağılandığına, horlandığına ölümünden binlerce yıl sonra ise adının dillere türkü olduğuna tanık oluyoruz.
İnsanlardaki bu kötüye doğru yönelmeyi engellemede sanat nasıl bir işlev yüklenebilir?
İyilik, doğruluk, güzellik… Bu üç değerin üçüne birden en az ölçüde de olsa yer verebilen sanat gerçek sanattır. Buradaki sorun, sanatın zevkten ibaret olduğu görüşüdür. Sanatın yararlı olabilmesi için uhrevî, dinî ve ahlakî özellikler taşıması gerektiğine inanıyoruz.
Bu unsurlar ve özellikle din, sanatın içinde ne derece yer bulmalı?
Ortaçağ’dan önce Cilalı Taş Devri’nde bile dinî içerikli sanat kendine yer bulmuştu. Hristiyanlar İsa öğretileriyle, hristiyanlardan daha şanslı olar müslümanlar ise bozulmamış dinlerini sanatla süsleyerek bu amaca ermişlerdir. Günümüzde sanatı tam anlamıyla kavrayan toplum, Muhammed’e inananlardır. Muhammed’e inananların istemedikleri sanata karşı takındıkları olumsuz tavır, Avrupalı zevk düşkünlerinin peşine düştükleri sanattır. Bu açıdan Muhammed’e tabi olanlar sanatın tehlikeli kısımlarını yontmuş, düzeltmişlerdir.
Yani sanatçının dinden uzaklaşması, dini hiçe sayması sanatı yok olmaya mı sürükler?
Farkında olsun ya da olmasın, din unsurunu gözardı eden ve sanata inanç katmayan kişi hızla sanattan uzaklaşır. Gerçek sanatçı hayatı şu ya da bu şekilde anlamaktan öte hayata anlam verir.
Sanat ancak insanlara ve dünyaya faydalı olarak gerçekliğini kanıtlayabilir. Buradaki en önemli nokta, sanatçının sanatı Tanrı rızası ve bilinçle yapmasıdır.
Sanatın insanlara ve dünyaya nasıl bir faydası olmalı, faydadan neyi kastediyorsunuz?
Eğer uğruna ömür verilen, nice zahmetlere katlanılan, göğüs geriler sanat insanı ezmek, sömürmek için kullanılırsa bu durumda sanatın faydasından değil zararından bahsetmek gerekir. Bir eserin bütün ensanlığa yararlı olabilmesi için iyi ve kötüyü ayırması, güzel ve anlaşılabilir olması gerekmektedir. Sanat ancak belli bir sınıf için değil, büyük kitleler için yarar sağladığı zaman sözü edilebilir bir değere ulaşır.
Sayın Tolstoy, ‘güzel ve anlaşılabilir olmalı’ derken, sanatın gerçekçi olması ve halk diliyle mi yapılması gerektiğini söylemek istiyorsunuz?
Fırsatçıların her zaman kullandıkları bir yöntem vardır. Halkın kullanmadığı, dile yerleşmemiş kelimeleri kullanarak gerektiğinde icat ederek halkın gözünde kendisini yüceltmek… Mesajın okuyucudan gizlenmesi ise sanatla bağdaşmaz.
Sanatçının okuyucuya mesajını direkt vermesi sanatın evrenselliğini engellemez mi?
Evrensel olması gereken sanat önce bölgesel olmalıdır. Bir Çinlinin heyecanlı ve mistisizm içeren konuşmasını Çince bilmeden anlayamazsınız. Bu bir gerçekse insanların Çince bilmediği bir ülkede bir Çinliyi konuşturmak ve sonra da halk bunu anlamadı diye halkı suçlamak mantıksızlıktır. Suçlu, binayı yapmadan çatıyı kurandır.
Peki bu taktirde eleştirmenlerin bir eseri eleştirmedeki ölçüleri ne olmalı?
Eleştirmenler, sanata bir şey katmadıkları gibi sağlıklı bir eleştiri mekanizması da oluşturamayan laf ebeleridir. Kötü bir eleştirmen kendi beyninden başka bir düşünce yuvasına erişemeyecek kadar kör olan insandır.
Yani gerçek sanatta eleştiriye yer yok mudur?
Eleştiri, gerçek sanatın geliştiği, sanatın parçalanmadığı bir toplumda yer bulamaz. Çünkü eleştirinin amacı bölmektir.
Sayın Tolstoy, tüm bu söylediklerinizi toparlamak gerekirse ‘sanat nedir’ diye sorsak ne dersiniz?
Algıladığımız acı, keder, sevinç gibi duygular, değerler bilinçaltımızda işlenip sanata dönüşür. Sanat bir anlamda hissederek paylaşmadır… Sanat insanla ‘iyi olan’ arasında kurulan kutlu birliğin adıdır.
Not: Bu söyleşi, Tolstoy’un kitapları taranarak gerçekleştirilmiştir. Sorulara uydurmak için bağlantı cümlesi/kelimesi dahi kullanılmamış olup, noktasına kadar kendi sözleridir.
Fikret Alp, Kaçakyolcu
İZDİHAM