Trevinian, Katyanın Yazı
Uçuruma düşmek yasaktır!
Yolumuza devam ederken, her birimizin olaya nasıl kendimize uygun, farklı tepkiler gösterdiğimizi düşündüm. Ben açıkçası korkmuştum. Bay Treville’e yeni bir ilham gelmiş, taşımacılığın motorlaşmasından sonra eski kasaba geleneklerinin ne kadar bozulacağı konusunda bir söylence başlamıştı. Katya hemen ata şefkat göstermeye yönelmiş, Paul ise uzaklaşan arabanın arkasından uzun uzun bakıp durmuştu. Yüzündeki ifade korku verecek kadar sakin, gözleri soğuk ve boştu.
Dar bir köprüden geçip Alos’a yaklaştığımızda, öğleden sonranın ileri saatlerine varmıştık. Güneş kasabayı kucaklayan dağlara doğru inişe geçmişti. Kasaba meydanından gelen flüt ve davul sesleri, geleneksel Robert le Diable Pastoral’inin devam etmekte olduğunu anlatıyordu.
Hatırladığım kadarıyla bu dans sonu gelmez, yorucu bir şeydi. Onu seyretmeye Katya ve Bay Treville kadar pek heves duymuyordum. Paul onlara yürüyerek gitmelerini, benim kendisiyle kalıp atı halletmemizi önerdi. İkimiz daha sonra onları bulacaktık. Baba kız, meydana doğru akan halkın arasına karıştılar. Paul’le ben de köprüden tekrar geçip, atlar ve arabalar için ayrılmış olan çayıra yöneldik. Orada atı bağladık, buna karşılık da küçük bir ücret ödedik. Parayı alan adam beni eski günlerden hatırlıyordu. Tabii hemen omzumu tıpışladı, ailemi sordu, oysa ben ailemi ancak hayal meyal hatırlıyordum. Aramızda Baskça konuştuğumuz için Paul sohbetin dışında kalmıştı. O uzaklaşırken, ben de adamdan nezaketle özür dileyip ayrılmaya çalıştım. Özgürlüğümü kazanmanın ücreti, gecenin daha geç saatlerinde birlikte bir tixikiteo yapmaya söz vermekti. Yani adamla ikimiz barların ve bufelerin bir turunu yapacaktık. Bu randevuyu inşallah unutur, diye dua ediyordum.
Paul’u bir çift-çoban grubunun hemen yanında, uzaklara bakıp kendi kendine gülümser durumda buldum. Baktığı yere döndüğümde, yolda bizi devirmesine ramak kalan otomobili gördüm. Çayırın kenarında, bir ağacın altında duruyor, pirinç fenerleri batmakta olan güneşin ışıklarını yansıtıyordu.
“Avukata düştüler,” dedi Paul alçak sesle. “İnsanın ilahi adalete inanmasını sağlamaya yetecek bir durum.”
“Öff, boşversene, Paul, Katya’nın hatırı için, eğlenmemize bakalım biz. Unut bunları.”
Dönüp bana gülümsedi. “Sevgili dostum, benim olup biteni unutmaya zerre kadar niyetim yok. Eee, Doktor? Ötekileri bulalım mı artık? Bu akşamı hevesle bekliyordum. Gerçi itiraf etmem gerekir, epey sıkıcı olacağından korkuyordum ama, olaylar renklenmeye, hareketlenmeye başladı galiba.”
“Omzunu unutma. Tekrar incitmen iyi olmaz.”
“Amma iyi yürekli, düşünceli adamsın! Belki de büyüyünce doktor olsan iyi edersin, ha? Hayti, gel, kendimizi eğlenme işine adayalım artık.”
Katya ile Bay Treville’i, Kasaba meydanına toplanmış kalabalığın arasında bulduk. Babanın kentli kılığıyla Katya’nın beyaz elbisesi ve pabuçları, zaten kalabalığın içinde dikkati çekmelerine yol açıyordu. Halka halinde Robert le Diable Pastoral’ini seyredenlerin en önünde durmaktaydılar. Katya sevgi ve ilgiyle gülümsüyordu. Sanki dans edenler aslında dostlarıymış gibi. Babası da yoğun bir dikkatle seyretmekte, arasıra elindeki bloknota birtakım notlar almaktaydı. Oyunun kahramanı Bardak dansını yapar, sıçrayıp içi şarap dolu koca bardağın yanıbaşına düşerken, şeytanla at da edebe aykırı hareketlerle dolu bir dansı sürdürmekteydiler. Bardak iki kere devrildi, içindeki şaraplar döküldü, üçüncüsünde kırıldı. Yerine hemen bir yenisi getirilip konuyordu. Dansçının bardağa zarar vermeden peşpeşe üç sıçramayı gerçekleştirmesi şarttı. Herkes cesaret veriyor, alkışlıyordu. Sonunda dansçı görevini başarıyla yerine getirince çılgın alkışlar ve tipik Bask tezahüratları duyuldu. Seyircilerin çoğu şu ana kadar içtikleri şaraplarla kafayı bulmuşlardı zaten.
“Şarap herhalde kanı simgeliyordu,” diye mırıldandı Bay Treville bana. “Belki de kurban kanını. Sanırım şeytan da eski Hıristiyanlık öncesi tanrılardan birini temsil ediyor. Atın neyi temsil ettiğine dair bir bilginiz var mı, Doktor?
“Korkarım yok, efendim. Buradakilerin bileceklerini de pek sanmam. Bu da uygulanan Bask törenlerinden biri. Uygulanışının tek nedeni, her zaman uygulanmış olması. Kimse anlamına ait bir soru sormuş değil.”
“Belki de at üretkenliği temsil ediyordur,” diye öneride bulundu Bay Treville. “Bak bakireyi nasıl kovalıyor? Kız da onu bir tokat atıp şeytanın arkasına saklanıyor.”
Başımı dalgın dalgın salladım. Defalarca seyrettiğim bir oyunda simge aramaktansa, Katya’nın yüzündeki sevinç ve hayranlık ifadesini izliyordum.
“Ne diyorlar?” diye sordu Bay Treville bana.
“Kim, efendim?”
“Atla şeytan. Bağırıyorlar, ne diyorlar?”
Omuzlarımı kaldırdım. Galiba yanaklarım da biraz kızardı. Daha önce, çocukluğumda hiç dikkatimi çekmemişti ama, atla şeytan arasında geçen sözler, cinsel beceriyle, organların büyüklüğüyle ilgili sözlerdi. Tedirgin bakışlarla Katya’ya baktıktan sonra, hafifçe öksürüp boğazımı temizledim. “Şeyy… belki de haklısınız, efendim, belki de at gerçekten üretkenliği temsil ediyor.”
“Hm-m. Peki bakirenin durmadan kahramanın elinden kapmaya çalıştığı o ucu topuzlu iri cisim nedir?”
Yardım isteyen bakışlarla Paul’e baktım ama o hafifçe gülümsedi,
“Evet, Jean Marc, anlat bize!” dedi. “Nedir dersin o cisim?”
Katya başını eğip belli belirsiz gülümsedi.
“Ben… şey… doğrusunu söylemek gerekirse onu hiç düşünmemiştim efendim. Şey… acaba bardağın ortasında dans eden adam neyi temsil ediyor?”
Bay Treville omuzlarını kaldırdı. “Hem kahramanı hem de soytarıyı… Demek ki insanı temsil ediyor olabilir. Bir an düşünürsen… ne kadar da uygun!”
Paul, “Demek ki,” diye genel bir yoruma girişti. “Eğer ben bu simgeleri doğru okuyabiliyorsam, hikayenin bize anlatmak istediği şey şu: İnsanoğlu kanlar üzerinde dansa ederken şeytan üretkenlikle çene çalıyor, bakire de kahramanın şeyini çalmaya uğraşıyor… özür dilerim, Doktor, nesini çalıyordu demiştiniz?”
Flütün sesi son bir kere tizleşti, davul coşarak ona eşlik etti, gösteri de sona erdi. Kalabalık çılgınca alkışladı, oyuncuların çevresini sarıp onlara tixikiteo ikramlarında bulundular. Halkın oyuncuları nereye götürdüğünü anlatmak için Baskça kelimeyi kullanmıştım. Katya bana onun ne demek olduğunu sordu.
“Tixititeo demek, barların turu demektir. Her girilen barda bir kadeh şarap içilir.”
“Bu kasabada bu tür kaç yer vardır sence?”
“Yirmi beş otuz. Tabi geçici olarak, festival için dükkanların önlerine konmuş büfeleri de sayarsak.”
“Aman allah, Jean-Marc! Yani bunlar şimdi otuz barı mı dolaşacaklar?”
Güldüm. “Önemli olan başparmak değil, işi sorumlulukla üstlenmek. Basklar’ın dans etmekten ve çok çalışmaktan başka pek özel yetenekleri yoktur ama, festivalde içki içmeye geldi mi kahramanlık düzeyine ulaşırlar.”
“Onlardan hep ciddi insanlar diye söz edilir. Hatta asık suratlı tipler denir,” dedi Bay Treville.
Trevinian
İzdiham