Türk Halk Sineması ile Ulusal Sinemadan Milli Sinemaya
Herkes önce iyi bir sinemada birleşmekte, sonra bu sinemanın elbette Türk halkının duyuş ve düşünüşlerini aksettiren, kendi özüne yabancı düşmeyen ulusal bir sinema olması gerektiği noktasında birleşmektedir. Tartışma bu temel amaçtan değil, sorunlara bakış açısı ve yorumlamadan çıkmakta…
Milliyet Sanat, sayı 64, 1974
Türk sinemasının miladı 1952 yılıdır ve asıl sözü edilecek sinema çalışmaları o tarihten sonra başlamıştır. 1914 yılında bir belge filminin çekimiyle başlayan, I939’a kadar adım başında yeni bir kötü alışkanlık edinerek kör-topal yaşamını sürdüren, 1939-50 arasında alışkanlıklarından arınıp (sinemaya benzer bir sinema) yapmaya yönelen Türk sinemasında 1950-60 dönemi “sinema dili” araştırmalarıyla geçmiş, özellikle 1955-60 döneminde çevrilen filmlerle bu sorun, önemli ölçüde halledilmiştir. Sinemamızda öz’e dair araştırmalar biçim sorunu çözümlendikten sonra ele alınmaya başlanmış, özellikle 1965 sonrasında sinema teorisi; açık oturumlardan savunulan dar kapsamlı fikirlerden, çeşitli yazılardaki değinme ölçüsünü aşmayan açıklamalardan çıkıp bilimsel temellere oturtulmaya çalışılmıştır.
Toplumsal Gerçekçilik
27 Mayıs Devrimi ve yeni Anayasanın getirdiği özgürlük ortamı içinde çevrilen bazı filmler “toplumsal gerçekçi” olarak nitelendirildi, bu filmlerin oluşturduğu akıma da “Toplumsal Gerçekçilik” adı verildi. “Gecelerin Ötesi” ile başlayan,”Gurbet Kuşları” “Karanlıkta Uyananlar”, “BitmeyenYol”, “Dolandırıcılar Şahı” gibi filmlerle doruk noktasına varan akımın bütün filmleri konularını günün sorunlarından alıyorlar, kişisel ilişkileri ekonomik bir platform üstüne bina ediyorlardı. Kişilerin farklı seçilmesi (“Acı Hayat”ta aşkın ekonomik koşullara yenik düşmesi”, “Gurbet Kuşları”nda tüm ailenin büyük kent yabancılığı, “Karanlıkta Uyananlar”da zengin kız-fakir delikanlı aşkının önce olayları sonra onları çıkmaza sokması Vs.) kaçınılmaz bir zıtlık yaratıyor, filmler (Gurbet Kuşları’nda ailenin yenik düşüp kasabaya dönmesi gibi mutsuz sona ulaşıyordu. “ Ben sana hayran, sen cama tırman” hikâyelerin çok dışındaki öyküleri resimleyen akım 1965’lere kadar devam etti…
Halk Sinemasından Ulusal Sinema’ya
İtalyan neo-realizmi’nin çokça etkisinin hissedildiği “Toplumsal Gerçekçilik” akımı çeşitli nedenlerle yenilgiye uğrarken 1965 yılında rejisör Halit Refiğ Sinema/65 dergisinde ortaya yeni bir kavram attı.
Sencer Divitçioğlu’nun, bir ölçüde Niyazi Berkes ve Selâhattin Hilav’ın araştırmalarının getirdiği sonuçların, Sezer Tansuğ’un önemi hacminin çok üstündeki “Şenlikname Düzeni” adlı eserinin verdiği ipuçlarının ve Kemal Tahir’in ortaya koyduğu yeni bakış açısının, ihtilalden sonra yeni boyutlar kazanan Türk düşüncesinin özümlemesini yapan ve kendi açısından bir senteze varan Halit Refiğ, Türk toplumunda sınıflaşmanın olmadığını söylüyor, aydının burjuva kültürü ile yetiştiğine değinip “Burjuvası olmayan bir ülkede, burjuva yargılarıyla bir yere varmanın imkansızlığına” işaret ediyordu. Refiğ’e göre “Türk sineması yabancı sermaye tarafından kurulmadığı için emperyalizmin sineması, milli kapitalizm tarafından kurulmadığı için kapitalizmin sineması, devlet tarafından kurulmadığı için de devlet sineması değildi… “Türk sineması halkın gişeye bırakacağı paranın önceden hesaplanması ve bunun bir avans şeklinde işletmeci bonosu şeklinde yapımcıya ulaşması ile yapılan bir sinemaydı. Yani halkın sinemasıydı.
Refiğ düşüncelerini sonraki yıllarda daha da geliştirdi ve ortaya “Ulusal Sinema” kavramını attı. Özellikle Metin Erksan’ın da desteklediği bu yeni düşünceye göre Türk toplumu, batı toplumundan farklıydı. Öyleyse meseleler Türk toplumunun duyuş, düşünüş özelliklerine göre ortaya konmalı, nasıl batı sinemasının en büyük kaynağı batı sanatı ise, Türk sinemasının kaynağı da Türk olmalıydı.
Refiğ’in”… halk sinemasında olduğu gibi tabandan gelen bir hareket değil; M. Erksan, H.Refiğ gibi rejisörler, Türk Film Arşivi gibi kurumlar tarafından teorisi yapılan, bir sinema biçimi” olarak nitelediği Ulusal Sinema da, ondan önceki Halk Sineması kavramı da çeşitli tepkilere yol açtı. Yön ve Papirüs dergisinde çeşitli sinema yazarları ve yönetmenler fikirlerini açıkladılar. Bu fikirlerde önemli görüş ayrılıkları görüldü. Aynı duruma “Ant” dergisinin açtığı bir soruşturmada da rastlandı. İki taraf birbirlerini önce en ağır biçimde suçladılar, giderek iş, Basın Kanununu zorlayan küfürleşmelere kadar vardı ve böylece aradaki tüm köprüler atıldı…
Milli Sinema
Geçen yıl kurulan M.T.T.B Sinema Kulübü ise, ortaya yeni bir teori attı : “Millİ Sinema” adı verilen bu teoriyi önce (milli özelliklerimiz doğrultusunda meydana getirilecek filmler yapımı ve sinemada milli kültürün yansıması) şeklinde tarif ettiler, hemen ardından bu teorinin henüz tam anlamıyla oluşturulmadığını eklediler. Geçen ay yapılan ve Metin Erksan, Halit Refiğ, Duygu Sağıroğlu, Yücel Çakmaklı, Salih Diriklik, Sami Şekeroğlu, Üstün İnanç’ın katıldığı bir açık oturumda Milli Sinema kavramının biraz daha açıklığa kavuşması ile onun Ulusal Sinema ile birleşip, ayrıldığı noktaların saptanması amacına yönelikti…
Özetlenmesi bile en azından 10 formalık bir kitap tutacak olan teorik çalışmalara topluca bakıldığında görünen şudur: Herkes önce iyi bir sinemada birleşmekte, sonra bu sinemanın elbette Türk halkının duyuş ve düşünüşlerini aksettiren, kendi özüne yabancı düşmeyen ulusal bir sinema olması gerektiği noktasında birleşmektedir. Tartışma bu temel amaçtan değil, sorunlara bakış açısı ve yorumlamadan çıkmakta, “yapılacak iş nedir ?” sorusuna verilen cevaplar noktasında tartışma rayından çıkıp kişisel suçlamalara dönüşmektedir. Oysa amaçta birleşenlerin hiç değilse bundan sonrası için aralarında bir dialog kurmaları en azından günümüzdeki kavram kargaşasını giderecek, giderek (İyi sinemadan anlaşılan nedir, Türk sineması, nasıl bir sinema olmalıdır, bu sinemaya ulaşmak için izlenecek yol nedir?) gibi sorular elbette cevap bulacaktır.
Not: Metindeki imla ve yazım hataları orijinal halindeki gibi bırakılmıştır.
Erman Şener
İZDİHAM