Ülkü Tamer şiirlerini “Yanardağın Üstündeki Kuş” adıyla bir araya toplamıştı. Kitabın ilk baskısı 1986 yılında Can Yayınları, son baskısı ise geçen yıl aralık ayında Kırmızı Yayınları tarafından yapıldı. Yıl sonuna doğru çıkmasını tasarladığı yeni şiir kitabı öncesinde toplu şiirlerini konuştuk şairle. (Mehmet Çakır)
İlk kitabınız “Soğuk Otların Altında”daki şiirlerin hepsinde ölüm, silah, kan sözcükleri okunuyor. Bunun nedeni nedir?
Belirli bir nedeni yok. Şiirle daha ciddi bir biçimde ilgilendiğim o sıralarda, yeni başlayan neredeyse bütün şairler gibi, başka şairlerin etkisinde kalıyordum. Bu da son derece olağan bir şey. Belki de o tür şiirleri fazla okuduğum için. Ölümü düşünmek, incelemek, araştırmak, bu konuda duyguları- . mı ortaya koymaktan çok; şiire yaklaşımımın başka şairlerin yaklaşımlarıyla benzerlik taşıması bunun nedeni. Çok şiir okuyordum, yerli ve yabancı… Ölüm konusunda, savaş konusunda yazılmış şiirler belki daha fazla ilgimi çektiği, beni daha fazla etkilediği için… Bunun bir yansıması olabilir.
O şairler kimlerdi?
Çok şair vardı… Yerli şairlerden Attila İlhan’ dan tutun da o dönemin bütün şairlerine kadar… Yabancılardan daha çok T. S. Eliot, Ezra Pound… Çok şair adı sayabilirim, bir-iki değil.
Ezra Pound’a değinmişken, ona ithaf edilmiş şiirleriniz var. Kendinizi bu şaire yakın hissetmenizin nedeni nedir?
Yakınlık değil. O zamana kadar benim alıştığım şiirin dışında başka bir şiirin kapılarını açmıştı bana Ezra Pound. Bu nedenle çok büyük ilgiyle okudum ve çok etkilendim.
Yine ilk kitapta ‘kümes’ sözcüğü yer alıyor sık sık; kümes, tilki, horoz…
Bunun nedeni benim doğanın içinde yer almam, doğayı sevmem, doğadaki her şeyle ilgilenmem.
Neden özellikle kümes?
Belki biraz çocuksuluk kattığı için.
Yedi şiir kitabınızın içinde “Antep Neresi”, söyleyiş ve biçim farklılığıyla diğerlerinden tamamen ayrılıyor. Bu farklılığa yönelmenizi sağlayan nedir?
Benim sık tekrarladığım bir söz var, Jorge Amado’nun bir sözü: “İnsanın anayurdu çocukluğudur.” Biraz yaşlanınca insan çocukluğuna, dolayısıyla anayurduna dönüyor. Ben Antepliyim, doğma büyüme Antepliyim ve yaşlanıp da çocukluğuma dönünce, Antep’e döndüm. İnsan her zaman anılarını hatırlar, anılarıyla yaşar; ama yaşlanmaya başlayınca bu biraz daha artıyor. Biçime gelince… Ben ‘Halk Şiiri’ni çok seviyorum; Pir Sultan’ları; Karacaoğlan’ları… Onların şiirinin bir uzantısı gibi yazmak istedim “Antep Neresi”ndeki şiirleri. Sadece “Antep Neresi”nde de değil, ondan sonra yazdığım şiirlerde de yaptım bunu. Ben hep aynı türle yazmayı sevmiyorum. Kişilik değiştirme değil de anlatım da değişikliklere yönelmek gerektiğine inanıyorum.Yoksa kopya kağıdı koymuş gibi aynı şiiri üretmek mümkün her zaman. Ben tekrarlardan hoşlanmıyorum. Turgut Uyar’ın ‘korkulu ustalık’ dediği bir şey var; belli bir konuda çok rahat kendimi ifade etmeye başlayınca, ondan çekiniyorum. Bu nedenle yeni bir sese, yeni bir anlatıma ulaşmaya özen gösteriyorum. Kendimi tazelemek istiyorum, tekrar acemilikten başlamak istiyorum.
“Virgülün Başından Geçenler” çocuk kitabı olarak mı düşünüldü?
Hayır, çocuk kitabı olarak değil. Kesinlikle onu bir çocuk şiiri olarak düşünmedim; aslına bakarsanız çocuk şiiri hiç yazmadım, yazmayı düşünmedim. “Virgülün Başından Geçenler” deki şiirlerde, Louis Carol’lardan, Edward Lear’lardan etkilendim; onlar gibi absürd bir şiir yazmak, o şiiri denemek istedim.
Tüm şiirlerinizde bir gülmece unsuru, çocuksu bir yan var. Bunu neye bağlıyorsunuz?
Bilemiyorum. Belirli bir kasıtla, belirli bir amaç için yaptığım bir şey değil bu. Belki kişiliğimden yansıyan bir şeydir. Çocuklukta bir saflık var, yalınlık var, duruluk var… Belki de bunlar beni etkiliyor..
ŞİİR VE SİNEMA
Oyunculuk ve çevirmenlik de yaptınız. Diğer uğraşlarınızın ştirlerinizle ilişkisi nasıloldu?
Bütün sanatlar birbirini etkiler. Tarihteki önemli sanatçılara baktığımızda, bazı ayrıcalıklar dışında, böyle olduğunu görürüz. Örneğin Picasso ressamdır, son derece önemli bir ressamdır; ama edebiyatla ilgisi vardır, tiyatroyla ilgisi vardır. Hiç olmazsa o çevrelerden yakın dostları vardır; tartışabilecek, görüşebilecek, karşılıklı bilgi aktarımında bulunabilecek ..: Farklı Sanatlar elbette birbirlerini tamamlar. Tiyatro, her şeyden önce bir gözlemdir. Sinema, bir görselliktir. Bende sinema çok etkilidir. Şiir yazarken bazı şeyleri neredeyse sinema gibi izlerim.
Şiirden sonra sinema mı gelir?
Şiirle atbaşı gelir.
Hayatınıza ilk giren sinema mı oldu, şiir mi?
Sinema oldu. Antep’te başka hiçbir şeyimiz yoktu bugünkü çocuklar gibi; ne televizyon, ne bilgisayar, ne şu, ne bu… Bizim tek eğlencemiz sinemaydı. Dünyayı tanımamızı sağlayan yine sinemaydı. Biz sinemayla dünyaya açılıyorduk, yeni şeyler keşfediyorduk, yeni öyküler yaşıyorduk. Onun için ben daha ilkokula gitmeden sinema tiryakisi oldum ve müthiş bağlandım sinemaya. Şiir de ilkokulda başladı. İlk şiirim de kolejdeyken Kaynak dergisinde yayımlandı: “Dünyanın Bir Köşesinden Luçya”. Benim yazdığım ilk şiir değildi ama, okul dergileri dışında bir dergide yayımlanan ilk şiirimdi. Çok komik bir şiir, özentiyle yazmıştım tamamen. Özdemir Asaf’ın Lavinia’sı var, Asaf Halet Çelebi’nin Maria’sı var, Attila llhan’ın Pia’sı var; benim de Luçya’m oldu o zaman.
Anlatımcı bir şiiriniz var genellikle. Neden öykü yazma yöneldiniz sonradan?Öykü yazmaya yönelmedim. Sadece dört tane öykü yazdım yetmiş yıl içinde. Bu benim bir öykücü olarak tanımlanmama elbette yetmez. Bir şairin yazdığı dört öykü veya dört öykü yazmış bir şair olabilirim ancak.
Son yıllarda şiir yayımlamıyorsunuz} belki yazmıyorsunuz da…
Yok, yazıyorum. Önümüzdeki sonbaharda yeni bir kitap çıkarmayı düşünüyorum, onda olacak yazdıklarım.
Kaç yıllık bir uğraşın ürünü olacak?
Ben sürekli şiir üreten biri değilim. Araya büyük boşluklar da girdi benim yaşamımda. Ben, illa ki masa başına oturayım şiir yazayım her gün diye özel bir çaba göstermedim Kendiliğinden bir birikim oluştu; o pat1ak verince üst üste üst üste şürler geldi. Belki az önce sözünü ettiğim tekrar acemiliğe sığınma isteğinden kaynaklanıyor. Neredeyse kopya kağıdı konup üretilmiş gibi aynı şürler yazmaya başladığımı hissettiğim an duruyorum. Sonra yeni bir birikim oluştuğunda bir şeyler çıkmaya başlıyor.
Dönüp ilk şiirlerinizi okuduğunuz olur mu?
Zaman zaman okurum.
Neler hissedersiniz?
Bazen gülerim. Çok kötü bulduğum şiirlerim de var; ama beni bugüne getiren şiirler onlar, hepsini severim. Hatta ilk kitaba girmemiş, daha eski şürlerim var; onlar elime geçince çok gülüyorum, neler yazmışız diyerek.
TÜRK ŞİİRİ ÜZERİNE…
Çeviriler de yapmış bir şair olarak, Türk şiirinin bugün olduğu yeri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben Türk şiirinin içinde doğdum, Türk şiirinin içinde büyüdüm, Türk şiirinin içinde soluk aldım. Türk şiirini elbette en tepeye koyuyorum. Şiir her şeyden önce dil ile ilgili. Cahit Külebi’nin “Hikaye” şiirini düşünün, benim çok sevdiğim bir şiir. “Senin dudakların pembe/ Ellerin beyaz” dizelerini alın İngilizceye çevirin: “Your lips are pinkl Your hands are white”. Bir ilkokul öğrencisinin gramer kitabında yazan cümle gibi; ama bizim dilimiz içinde anlatım olarak bambaşka bir şiir. Çeviri tabii çok kaybettiriyor şiirin değerini, ne kadar usta çevirmen olursa olsun insan. İnsan kendi soluduğu dilin şiirini en fazla seviyor, ben de öyle.
Türk şiirinin okurundan uzaklaştığı söyleniyor…
Bu her zaman söylenmiştir. Ben bu görüşe fazla itibar etmiyorum. Bizden önceki dönemde de şair okurdan koptu gibi sözler söylenmişti, bizim yazdığımız dönemde de aynı endişeler vardı, şimdi yine öyle. Şiir, son derece yaygın bir sanat değil zaten. Belirli bir okurun, şiir okurunun ilgilendiği, şairini seçtiği bir sanat. Okuru zaman zaman biraz azalır, biraz çoğalır; ama şiir aynı kalır.
Genç şairleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bir anımı anlatayım. Şiirlerimiz okul dergisinde ilk yayımlanmaya başladığı sıralarda biz beş-altı arkadaştık şiirle ilgilenen. Okulda bir edebiyat yıllığı çıkarıyorduk “İzlerimiz” adıyla, onu Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya götürdük. O bizim isimlerimizi, derginin arka kapağının içine yazdı, “Ben bu listeye on yıl sonra bakacağım, bakalım kaçınız devam ediyor olacaksınız şiir yazmaya” dedi. Gerçekten, on yıl sonra biz iki kişi kalmıştık. Onun için genç şair sözünü ben benimsemiyorum. Şair, ya şair ya da değil.
Şöyle sorayım öyleyse, bugün dergilerde gördüğünüz şiirleri nasıl değerlendiriyorsunuz
Hayran olduğumu söyleyemem. İşin içinde sevgi var; ama seçicilik de var elbette. Her şiire bayılmıyorum. Daha ilk dizesini okuyup bıraktığım çok şiir oluyor. Her zaman böyle olmuştur. ı 950’lelerde Cahit Külebi’ler, Behçet Necatigil’ler, Dağlarca’lar yazarken de dergilerde dünya kadar şair vardı sonradan unutulup giden. İkinci Yeni akımını düşünün. Bugünün ‘popstarları’ gibi, her hafta yeni yeni on tane şair çıkıyordu neredeyse Pazar Postası’nda. Bugün kaç kişi kaldı onlardan şiir yazmayı sürdüren?
Röportaj: Mehmet Çakır, Cumhuriyet / Kitap / Sayı 888
İZDİHAM