Site icon İzdiham Dergi

Ümit Köksal, Geriden Gelen Kestirme

“Yıldız çobanı oldum sayende

Uykusuz geçen gecelerde yıldızları saya saya.”

Nükteler ve Mizahi Öyküler Kitabı,  İbn Abdirabbih

Temas ettim. Serçe yorgundu. Tüyünden daha çok yaralı ayağını hissettim. Bir sepetin içine girmişti, çıkar yol bulamamıştı. Ne de olsa küçücük serçeydi. Çabalama sırasında olacak ki ayağını sepetin telleri arasına sıkıştırmış, çekmeye çalıştıkça tüyleri dökülmüştü. Ayağını kurtardım. Bir görseniz nasıl titriyordu, küçük ama etkili bir zelzele gibi. Serçe, kurtulur kurtulmaz uçmaya çabaladı. Bir iki çırpındı, başaramadı. Var gücüyle tekrarladı. Yine olmadı.  Tekrar tekrar derken uçuşa geçti; uzaklaştı. Geçer süre sonra ufukta bir nokta hâline geldi.

Bu sırada güneşin iştahı kaçmıştı, bulutlar ortamı boş bulmuştu. Işık nesnelere aksıyordu. Kurumuş bir çalı eşeğin kuyruğuna takılmış, peşi sıra sürükleniyordu. Birbirine karışmışlığını çözdüm. Ben bu eşeği yolda tanıdım; huyunu, suyunu, oturuşunu. O da beni tanıdı yolda. Neye sevinip nerede üzüldüğümü. Ne zaman kızıp ne vakit olanak tanıdığımı. İçgüdünün tüm sınırlarına ulaştı. Öyle ya artık saman ile otu birbirinden ayırıyordu.

Epeyce yürüdük. Eşek yorgunluktan ayaklarını sürüyordu. Defalarca gölgemiz birbirine karıştı. Taş parçaları ayaklarımızın altında ufalandı. Yeni bir yerleşim yeri aramaya koyulduk. Uzakta bir kağnı gördük. Yakınlaştıkça tümseğin kıyısında oturan, gölge bulmuş gibi gülümseyen, elini toprağa daldırmış bir adam belirdi. Daldırdığı yerleri eşeliyordu. Biraz daha yanaşınca hâletinde bariz bir kaygı olduğunu anladım. Belki de gelişimden kaynaklıydı. Beni görünce elini daldırdığı topraktan çıkardı. Serçe parmağının orta boğumunda yara izi vardı. Bakışarak bir süre kana kana sustuk. İlk konuşmayı birinin başlatması  gerekiyordu. Muhtemel odur ki ikimizde ilk adımı karşıdan bekliyorduk. Adamın saçları ağarmıştı. Ellerinin derisi dalga dalgaydı. Kayıtsız kalamadım, dilimin ucunda beliren bir cümleyle konuşmaya atıldım: 

“Kalbin mürüvveti muhabbettir.”

Bazı cümleler yerini yadırgar ya, bir kişiye aktarılmak için baskılar, yayılmak ister, azıcık sevilmek. Öyle işte. Çıktı bir an önce. Bu cümle. Dikkat çekmek için.

Bir süre nazarındaki huşûyla dalıp gitti. Geri döndü o âlemden. Ama dönüşü hızlı olmadı.

“Muhakkak öyledir. Hoş geldin.”

“Hoş gördük.”

“Ne yapıyorsunuz?”

“Menekşelerime toprak arıyorum. Tümsek kıyısındaki topraklar farklı yerlerden bir araya gelmedir. Bu yerler kendi yurdundan özellikler içerir. Menekşelerim de sever böyle toprağı.”

“Toprağınız bol olsun öyleyse. Yani bol bulursunuz işte. Anladınız siz. Yerleşim yeri arıyorum. Oraya nereden gidebiliriz?”

“Yıldızları takip edin.”

“Yıldız mı? Gündüzün ortasında ne arasın?”

“O zaman geceyi bekleyin.”

“Siz götürseniz? Güneşin batışına daha çok var.”

“Ben de yola çıkmak için yıldızları bekliyorum?”

“Neden ki?”

“Gece olsun diye. Geceyi kendimle dost yapıyorum. O zaman yıldızlar benim oluyor.”

“Başka bir yolu yok mudur?”

“Dedem demişti yıllar evvel. Geceler kiminse yıldızlar onundur. O gündür inandım bu söze. Yıldızlara çobanlık edip durdum. Onları kendi sürüm belledim. Işıltısını, horultusunu ezbere bildim. Başka yol bilmiyorum.”

“Geceler kimin olduğunu nasıl anlıyorsunuz?”

“Çok kolay. Geceler gündüzdeki düşüncelerini bırakamayanlarındır. Öğütülecek duygular uykuya engel olmaz, geceyle de aynı masada buluşup, bir sohbet etmişliği yoktur. Uzaktan tanır geceyi. Duyguları öğütülmüyorsa, düşünceler hazmedilemiyorsa çokça bir arada bulunmuştur geceyle. Ahbaplığı sırlara dayanır. Kalkmak bilmez masadan. Masa da parçalı buluttandır. Kendi sûretine tanıklık ettirir. Diline bakar, ıslanmış bir yol görünür. Her gece bıraktığı yerden devam eder ki, bu devam ediş başlamanın da bir çeşididir, geriden kestirmeye. Saati eline alır, zamanın avucunda titrediğini hisseder. Haylaz bir çocuk gibi yerinde durmadığını bilir, aslında geceleri saat de uykuludur. Zaman yaramazlığını sakinliğe bırakır. Bu yüzden gece çabuk yorulmaz. Zaman yavaştan solur. Geceyle hoş sohbet edenler çobanlığın mükâfatını alır. Ara sıra yıldızlardan biri kayar. Bir gönle düşmek için. Her yıldız kayışında bir sevda daha yeşerir. Yıldız çobanları da bu sevdayı inşa ettirendir. Işıltıyla sarmaş dolaştır. Yolunu bu ışıltıyla seçer. Gündüz kaybolur da gece kaybolduğunu unutur. Kendini olmak istediği yerde bulur.”

“Sizin öğütemediğiniz düşünceleriniz nelerdi?”

“Hangisinden başlamalı?”

“Yıldızlara sevginizden.”

“Yani en baştan, annemden. Biliyor musun? Bir insanın yaraları da sevinçleri de oradan başlar. Umutlar da umutsuzluklar da orada yeşerir. En sığınaklı zamanları yaşar. Bazılarınınki kısa sürer. Benimki gibi. Beş, bilemedin altı yaşlarındaydım. Ölüm çattı annemin kapısını. O yaşta ne bileyim ölümün nasıl olduğunu. Sordum dedeme nereye gitti diye. Ne söylese inanacaktım. Çünkü inanmamaktan çok inanmaya, umuda ihtiyacım vardı. O umudun girdisini çıktısını araştırmadan kabul edecektim. Başta dudaklarına takıldı söyleyecekleri. Vakit geceydi, yıldızlara baktı. Beni teskin etmek için en parlayanı parmağıyla gösterdi. En parlayanı olması o kadar mutlu etmişti ki. O benim annemdi, tabi ki en parlayanı o olacaktı. Annen şu yıldıza gitti dedi. Yıldızlara nasıl ulaşırım diye sordum. Onları tanımakla dedi. Geceyle sırdaş olanların yıldızlara çoban olacağını söyledi. Geceleri yaşamaya, gündüzlerin de bir kısmında uyumaya başladım. Annemin yanına gidebilmek için geceleri yakın dost, yıldızları da ana kucağı bildim. Yolumu onlarla buldum.”

Kelimelerinin kalbime müracaatı özene bezeneydi. Acelesiz, bir o kadar da sevgi birikimliydi. Taze bir gülüşü vardı. Söyledikleriyle yüzü arasında bir uyum yakalıyordu. İlk intibaımda yanılgıya düşmüştüm. Kaygı değildi ondaki. Elem hekimi gibiydi. Üç vakte kadar kendisiyle ilgili çözemeyeceği hiçbir şeyi yoktu.

“Annenizi küçük yaşta kaybetmenize üzüldüm. Anlayamadığım bir olay var. Büyüdünüz artık, ölümün ne demek olduğunu biliyorsunuz. Annenize ulaşamayacağınızı da. Ne diye geceyle irtibatınızı sürdürüyorsunuz?”

“Geceleri annemin hayalini görüyorum. Görmediğim günler daha çok oluyor. Yine de umut yeşertiyor akışı, akış devam ediyor; hayatın akışı, umudun akışı, akışın akışı…”

“Çevreniz ne dedi bu duruma?”

“Başta insanlar kabullenmedi. Değiştirmek istediler. Değişmeyince de laflar edip durdular. Sonra dedikleri bir şeyler olarak kaldı. Geceleri yıldızları kaydırıyorum. Bu çobanlığın diğer mükâfatıdır. Kaydırıyorum ki, onlar bir gönle düşsün. Düşen gönül sevsin, sevindirsin, anlasın, değiştirmesin, olduğu gibi kabul etsin. Hadi beni geçtim, gelecekteki kişilerin yollarına taş komasın.”

Bir ömrü insanlara adadın diyebilir miyiz?

Ömrü hevaya adamaktan yeğ olduğunu düşünüyorum.”

Yıllanmış sızısını serpti havaya. Havadan sekti, ufka doğru bakışları koşar adım ilerledi. Sessizliğin yan sokaklarını gezindi. Bir başınalığını seyretti. Ânî bir kararla:

“Bırakalım bunları sen kalbin mürüvvetini anlat?” dedi. Gülümseyerek ona baktım.

“Az önce erdik, gerek kalmadı.” dedim.

*

Bir süre ruhunu gözeten insan edasıyla toprakla oyalandık. Daldırdık, sıyırdık tanelerini. Çıkıntılarıyla oynadık, sustuk epey bir. Susuşu hünerliydi. Yavaş yavaş gülümsedik. Akşam yanaştı. Yıldızlar belirdi. Hiçbir yere sapmadan onları takip ettik. Çok zaman almadan evine vardık. Çarşının hemen yakında olduğunu söyledi. Gece ağırlamak istedi. Uzun sürmüş bir günün akşamıydı. Kabul ettim. Sabah erken çıkacağımı söyledim, helalleşelim diye de ekledim. Çarşıyı yıldızlardan tarif etti. İstikameti ezberledim. Dışarda yıldızları gütmeye gitti. Bense uzandım yatağa. Uzandım uzanmasına da uyku tutmadı, söylediklerini öğütemedim. Bir o yana, bir diğer yana kıvranıp durdum. Zaman da gerçekten yavaştı, geçmek bilmedi. Uzun bir hesaplaşma içinde sabaha erdim. Çoğu da hazmedilemeyecek boyuttaydı. Terim sıcacıktı.

Ümit Köksal

İZDİHAM
Exit mobile version