Site icon İzdiham Dergi

Ursula K. Le Guin, Aya Tırmanmak

Profesörün Evleri, s. 45-50

Profesörün iki evi vardı, biri diğerinin içinde. Dışarıdaki evde yaşardı karısı ve çocuğuyla birlikte, rahat, temiz, biraz dağınık, onun bütün kitaplarını, karısının bütün kâğıtlarını, kızlarının renkli geçici hazinelerini alacak kadar büyük olmayan evde. Sonbaharın ilk yağmurlarında, tahtalar şişmeden önce, dam biraz akıtırdı ama tavanarasına bir kova koymak yeterli olurdu. İçerideki evin üzerine hiç yağmur yağmazdı; profesör burada karısız ve çocuksuz yaşadığını iddia ederdi, bazen şakayla karışık: “Ben asıl burada yaşıyorum. Benim evim burası,” derdi. Kızı genelde misafirlere bilgi vermek amacıyla, sitem etmeden eklerdi: “Benim için başlamış ama artık sadece ona ait.” Sonra da elini içeri uzatıp iki santim büyüklüğünde, kırma abajurlu bir masa lambası ya da tırnağı büyüklüğünde, üzerinde “Pisicik” yazan, yarıya kadar ebedi sütle dolu mavi bir tabak çıkarırdı; ama hayranlıkla incelendikten sonra her şeyi tamı tamına aldığı yere koyardı. Küçük ev düzenliydi ve içindeki her şeye yetecek kadar büyüktü, gerçi salondaki ıvır zıvır bazıları için biraz abartılı olabilirdi

Kız mağazadan alınan ufak aletleri, Liliput tost makinelerini, elektrik süpürgelerini tercih ediyordu ama yetişkin misafirlerin çoğunun, babasının büyük bir titizlik ve itinayla yaptığı eşyaların mükemmeliğine hayran olduğunu biliyordu. Babası kendi eserlerini sergilemeye utandığı için en büyüleyici parçaları misafirlere kız işaret ederdi: camlı dolabı, meşe parkelerle lambrileri, çatıdaki küçük balkonu. Çocuk olsun büyük olsun hiçbir misafir, kalın dikiş ipliğinden kordonlarıyla mükemmelen açılıp kapanan, minicik panjurların büyüsüne karşı koyamazdı. “Çekmece nasıl yapılır bilir misiniz?” diye sorardı profesör, cevabı ya hemen yumurtlayan ya da misafirin tereddütle “hayır” demesini bekledikten sonra neşeyle söyleyen kızına pas atarak, “Çekememecenin emesini atarsın!” diye neşeyle cevabı yapıştırırdı o da. Böyle kelime oyunlarından hoşlanan ve bütün öğretmenler gibi iyi şeyleri tekrarlamaya hevesli olan profesör, o minicik çekmeceler üzerinde iki hafta çalışınca, olayın bir çektirmeceye dönüştüğünü söylemeden duramazdı.

“Çocuk odasındaki şu korkunç kilimi ben yaptım,” diye lafa girerdi profesörün karısı Julia, iç eve yaptığı katkıyı, verdiği desteği, kendi yetersizliğini vurgulayarak. “Ian’ın standardında değil ama gösterdiğim gayrete hürmeten kabul etti.” Tığ işi kilim gerçekten de kaba görünümlü ve kenarları marulluydu; öteki odalardaki goblen halılar, minyatür şark halıları ve yatakodasındaki süslü çiçekli halıysa dümdüz ve kusursuz görünüyordu.

İç ev, dış evin ince uzun oturma odasında “kitap rafı oyuğu” denilen açık bir girintiye yerleştirilmiş alçak bir sehpa üzerinde duruyordu. Aile dostları, inşaatı, döşemesi ve donanımındaki gelişmeleri, ayda yılda bir yemeğe ya da içmeye geldiklerinde takip ederlerdi. Bir kerelik misafirler onun kıza ait olduğunu ama gerçekten sanat eseri sayılabilecek güzellikte bir bebek evi olduğu için ve minyatür şeyler bu ara moda olduğu için salonda sergilendiğini düşünürlerdi. Üniversitenin dekanı dahil bazı zor misafirler karşısında profesör, mimar, marangoz, çatıcı, camcı, elektrikçi, döşemeci olarak evin yapımında rol aldığını ne itiraf ne de inkâr ederek Claude Lévi-Strauss’tan alıntı yapardı. “Sanırım Yaban Düşünce’de geçiyordu,” derdi. “Küçük bir modelin –bir minyatürün– bütünün bilgisinin parçaların bilgisinden önce geldiği fikrini mümkün kıldığını düşünüyordu. Yani bildik öğrenme sürecinin tam tersi. Temelde bütün sanatlar böyledir, entelektüel boyut uğruna maddi boyutu küçültürler.” Ev üzerinde çalışmaktan büyük keyif duymasına neden olan somut düşünce tarzını beceremeyen ya da buna karşı olan insanların, Yapısalcılığın babasının ismini duyduklarında kuş avında kullanılan köpekler gibi taş kestiğini ve kimilerinin, hedefe kilitlenmiş av köpeğinin gergin ve dikkatli bakışlarıyla bebek evine bakmaya devam ettiğini gördüğü olmuştu. Profesörün karısı da çalıştığı çevre örgütünün eyalet koordinatörü olduğunda epey bir yabancı ağırlamak durumunda kalmıştı ama kafaları acil işlerle meşgul olan misafirleri, bebek evini fark etseler bile sadece âdet yerini bulsun diye incelemişlerdi.

Kızları Victoria, Vickie dönemini ikmal edip, on üç yaşında Tori dönemine girdiğinde, arkadaşlarının küçük evin eşyalarıyla oynamasına, narin mekanizmaları bozmasına, uydurdukları hikâyeleri evin sakinlerine oynatırken mobilyaları bazen dikkatsizce kullanmasına engel olma gereği de ortadan kalkmıştı. Zira orada oturan bir aile vardı, daha doğrusu olmuştu. Victoria sekiz yaşındayken Noel hediyesi olarak anne, baba, oğul, kız ve bebekten oluşan hayli pahalı bir Avrupalı oyuncak aile talep edip aldırmıştı. Bebeklerin hepsi koltuklara oturabilecek, ocağın üzerindeki bakır tavalara uzanabilecek, hislerine kapılıp birbirlerine vurabilecek ya da sarılabilecek şekilde yapılmıştı. O sırada döşenmesi tamamlanmamış olan evde müthiş aile dramları oynanırdı. Oğlanın bacağı kalçadan çıkmış ve tam manasıyla tamir edilememişti. Bendsky Baba’nın yüzüne kalemle, ona Edward dönemi gerilim romanı Lascar’daki melez gibi şeytani bir hava veren kaşlar ve bıyıklar çizilmişti. Bebek kaybolmuştu. Victoria kalan sağlarla oynamıyordu artık; profesör de bebekleri, evin üzerinde durduğu sehpanın çekmecesine koymuştu minnettarlıkla. Bu işgalcilerden nefret etmişti oldum olası, bilhassa Avusturya kesimi yeşil ceketi ve boncuk boncuk Lascar gözleriyle, sıska ve esnek babadan.

Victoria, bebek bakıcılığından kazandığı parayla eve ve babasına bir hediye almıştı yenilerde: üzerinde “Pisi” yazan mavi kasedeki sonsuz sütü içecek porselen bir kedi. Profesör kediyi çekmeceye koymamıştı. Bendsky ailesinin aksine kedinin eve layık olduğunu düşünüyordu. Beyaz üzerine turuncu ve taba rengi, güzel biçimli bir bibloydu. Hava kararırken şöminedeki alevlerin kırmızı ışığında (kırmızı selofan kâğıdı ve fener ampulüyle yapılmıştı) kilimin üzerine kıvrıldığında gerçekten de çok rahat görünüyordu. Ama sürekli kıvrılıp yattığı için mutfağa, mavi kasedeki sütü içmeye gidemiyordu; anlaşılan bu durum profesörün bilinçdışında bir sıkıntı ya da yük oluşturmuştu çünkü bir gece, bir makaleye cevaben yazdığı ve birkaç ay sonra Amerikan Bilim ve Sanat Akademisi konferansında sunacağı, karmaşık ve zor bir yazı üzerinde geç saatlere kadar çalıştığında, rüya değil de yarı uyanık deneyim gibi bir şey yaşamıştı. İç evin mutfağındaydı ya da mutfağına bakıyordu. Bunda bir gariplik yoktu çünkü dolapları taktıktan, duvarları kapladıktan, evyeyi yerleştirdikten beri mutfağın her açıdan görünümüne ve oranlarına iyice aşina olmuştu, hatta kiler kapısında duran on beş santimlik bir insanın gözüyle mutfağa bakmayı âdet edinmişti. Ama bu sefer gözünde isteyerek canlandırmamış, kendini orada bulmuştu; büyük odun sobasının yanında dururken kedinin içeri girdiğini, ona şöyle bir bakış fırlattıktan sonra sütü içmeye koyulduğunu görmüştü. Aynı zamanda işitsel bir deneyimdi bu: kedinin dilinin çıkardığı düzenli ve hoş sesi de gayet net duymuştu.

Ertesi gün bu küçük sahneyi bütün canlılığıyla hatırlıyordu. O günden sonra da zihni zaman zaman bu konuyla meşgul olmuştu. Bazen dersten sonra kampüste yürürken evde canlı bir hayvan olsa harika olacağını düşünürdü. Kedi değil tabii ki. Çok küçük bir şey. Ama hassas görsel imgelemi karşısına divan büyüklüğünde bir cerbil ya da yatakodasında Geride Kalanlar’daki yatakta şiştikçe şişen, korkunç, devasa Bayan Bhoolaboy gibi, canavar bir hamster çıkarmıştı, içten içe gülmüş ama bu görüntüyü hemen zihninden uzaklaştırmıştı.

Bir keresinde tuvalete zincirli sifonu yerleştirirken –ev ve içindeki eşyalar genelde Victoria dönemine aitti, kızının ismine atfen yapılmıştı bu tercih– başını kaldırınca tavanarasına bir güvenin girdiğini görmüştü ama ilk anda tahta kirişler arasında kanat çırpan hayvanı baykuş zannettiği için küçük çaplı bir şok yaşamıştı. Halbuki evi sık sık ziyaret eden sinekler sadece, insanoğlunun bilmemesi gereken şeyleri kurcalayan ve çarptıkları camda, ev hanımının amansız sinekliği tepelerine inerken beyhude “Hayır! Yapma!” diye bağıran profesörler hakkındaki korku filmlerini akla getirirdi. Layıklarını bulmuş olurlardı böylece. Uğurböceğinden kaplumbağa olur muydu acaba? Büyüklüğü iyiydi de renkleri uygun değildi. Viktoryenler canlı kaplumbağaların kabuklarını boyamakta tereddüt etmezlerdi. Ama kaplumbağalar kabuklarını kaldırıp uçuşa geçmezdi. Eve uygun bir hayvan yoktu.

Son zamanlarda evin üzerinde fazla çalışmıyordu; Landseer’ in küçücük bir tablosunu çerçevelemek için haftalarca, hatta aylarca oyalanmış, sonra da planladığı gibi kıl testeresiyle küçük bir başyapıt oymak yerine, pazar günü öğleden sonra basit bir yaldızlı çerçeve yapıvermişti. Küçük kış bahçesinin çizimleri, dekanın deyimiyle, asla hayata geçirilmemişti. Onu ilk başta bu küçük sığınağa iten, bölümündeki kişisel ve mesleki baskılar, yeni kürsü başkanının gelişiyle hatırı sayılır derecede azalmıştı; Julia’yla sorunlarını ilişkiyi sürdürmelerinin önünde engel teşkil etmeyecek şekilde çözmüşlerdi; hem ev her şeyiyle tamama ermişti. Bütün koltukların birer örtüsü vardı. Bendsky’ler gittiğinden beri hiçbir şey ne kayboluyor ne kırılıyordu, hatta yerinden bile kımıldamıyordu. Yağmur da yağmıyordu. Asıl dış evin çatısının aktarılması lazımdı; bu sene ekimde tavanarasına üç kova koymak gerekmişti, hatta onlara rağmen çalışma odasının tavanı akmıştı. Ama iç evin sedir ağacından kiremitleri hâlâ sarışın ve bakirdi. Pek az güneş görmüş, hiç yağmur görmemişlerdi

Kiremitleri biraz eskitmek için çatıya su dökebilirim, diye düşünmüştü profesör. Yağmura daha çok benzemesi için uygun şekilde serpilmesi gerekirdi suyun. Oturma odasının kitaplarla kaplı girintisinde, kendini sehpanın başında, elinde Julia’nın iki litrelik, yeşil, plastik bahçe süzgeciyle hayal etti; suyun küçük kiremitlerin üzerinden kayıp sehpada biriktiğini, eski ama kullanışlı Şark halısının üzerine damladığını getirdi gözlerinin önüne. Oyuncak bir evi sulayan deli profesör. Büyür mü doktor? Büyür mü?

O gece iç evin, kendi evinin, dışarıda olduğunu gördü rüyasında. Bahçede, dingildek bir şeyin üzerinde duruyordu. Etrafındaki toprak bir şey ekilecek gibi kazılmıştı. Hava basık ve bulutluydu ama henüz yağmur başlamamıştı. Evin arkasından bir-iki tahta çıkmıştı, zamk konusunda da kaygılıydı. “Zamk konusunda kaygılıyım,” dedi bahçıvana ya da elinde kısa kürekle orada duran her kimse ona ama şahıs onu anlamadı. Evin dışarıda olmaması gerekiyordu ama dışarıdaydı işte ve bir şey yapmak için artık çok geçti.

Rüyadan büyük bir sıkıntıyla uyandı ve zihni, rüyanın buyruğuna uyma fikrine kapılana kadar rahatlayamadı. İç evi dışarı, bahçeye çıkarırsa bahçe de iki evin birden bahçesi olurdu. Dış bahçenin içine bir iç bahçe yapılırdı. Bu iş için Julia’nın tavsiyelerine ihtiyaç vardı. Alıç ağacı niyetine bodur gül ekilebilirdi. Çimenlik için İskoç yosunu? Çit bitkisi olarak ne kullanılabilirdi? Julia bilirdi. Süs havuzu nasıl olurdu? Eve bir bahçe planlayarak mutlu mutlu uykuya daldı. Bunu takip eden aylarda hatta yıllarda, boğucu gecelerde ya da sıkıcı toplantılarda küçük bahçesinin planlarını gözden geçirerek avundu. Ama dünyanın bu bölümündeki yağışlı iklim düşünüldüğünde pek pratik bir fikir değildi.

Julia’yla nihayet evin çatısını aktartıp, kovaları tavanarasından indirdiler. Victoria üniversiteye gidince iç ev onun odasına taşındı. Bir kasım akşamı akşam alacasında odaya giren profesör, sivri çatıların ve küçük balkonun siluetini gördü pencerenin önünde. Hâlâ kuruydu çatı. Buraya toz düşüyor, yağmur değil, diye düşündü. Haksızlık. Evin önünü açıp şömineyi yaktı. Küçük kedi, pembe ışıltının önünde kıvrılmış yatıyordu, bir sıcaklık, bir sığınak yanılsamasıyla. “Pisi” yazan yarıya kadar dolu kasedeki kuru süt mutfak kapısının yanında duruyordu. Çocuk artık yoktu.

Ursula K. Le Guin, Aya Tırmanmak kitabından

İZDİHAM

Exit mobile version