Gözlerimi açtığımda gece yarısıydı. Havanın soğukluğu gökyüzünün bulutlarını adeta karartmıştı. Gök pek bir kapalıydı. Evden dışarı adımımı attığım anda söğüt yaprağı sallanmaya başlamıştı. Çünkü bir yaprağın üstünde her şey ne kadar düzgün olabilirdi ki? Mevsimlerden ilkbahardı. Rüzgar, akşamları pek sert esmediği için şehirde yaşayanlar olarak çoğu zaman sallanmak nedir, unutuyorduk. Bu mevsimler; Alışveriş Merkezleri, dolara saz çalan bankalar, küçük esnaflar için en güzel zamanlardı. Büyüklerimin anlattıklarına göre çok eskilerde zürafalar yapraklar işgal ediyormuş. Sonrasında ne haldeydik, bilmiyordum. Hava sakin ve biraz yağmur çiseliyordu. Yemyeşil zemin ıslak olduğundan dolayı arabalar istikametlerine zor gidiyordu. Bense oturmuş söğüt yaprağının ucuna, arkamdaki olan biten tüm insan seslerini duymamak için kendimi karşıki ağacın yapraklarındaki toplulukların neler yaptığına odaklamıştım. Yanıma gökten bir damla düştü, tüm çevrem göl oldu. Bizi üzerinde taşıyan uzun, toprağa kök salmış dünya nasıl da pes etmemişti bunca yüke? Ne kadar hayret dolsam bile bu hayretim hiç de uzun sürmemişti. Yanıma bu kentten tiksinti duyarcasına toz gelip oturmuştu. Hava genellikle sabaha karşı tehlikeli olurdu. Ayaz bizi üşütürdü. Kaderlerimize deprem yaratırdı. Yaprağımızın sapıyla dans edip bizi korkuturdu. Mevsimlerden ilkbahardı ya, herkes sakindi. Rüzgar en fazla ne kadar sert esecekti?
İnsanlar sakince evlerine kapandılar. Ben hala yaprağın ucundan kalkmamış, karşısını izliyordum. Bizim evde kıyafetlerimdeki kırışıklıkları düzelten kömür ütüsü vardı. Hayallerimi baştan sona süsleyen benzin istasyonlarındaki bedava verilen tır vardı. Zaman geçince geriye hiçbir şey kalmadı. Nesneler zaman gibi değişime uğradı. Gözlerimiz tefakkura söylenip durdu. Bu durumu şikayet eden ruhum da gitgide çekile duruyordu. Gün doğdu, uykum hala gelmemişti. Onca sonbaharlar gördük, hiç ölmedik. Onca Eylüllere şahit olduk, hiçbirimiz birimizden eksilmedi. Ama ellerim bir yalnızlık gördü; ne kadar dikkatli bakarsam bakayım, gözlerimle göremedim.
Üstümüzdeki yaprak ile bizim yaprağı birleştiren kavşağın ilerisinde çay ocağı vardı. İki kenti bir araya getiren kavşak adeta tilki uykusundaydı. Her kavgada girişleri kapatırdı, hem de çabucak. Yaprağın ucundan kalkıp çay ocağına gittim. Bir çay içtim ve haberleri seyrettim. Haberler kötüydü, kış sert geçecekti. Hepimiz tedirgindik. Belki de kış gelmeden yaz bakışlı kuş gelir, alır beni sırtına, beraber uzaklara giderdik. Aslında o kadar da korkmuyordum. Sadece değiştiğimize üzülüyordum. Zaman geçmeden eskilerin değerini anlayamazdık sonuçta, öyle değil mi?
Çay ocağının içerisine aniden hiç görmediğim bir adam girdi. Sakalları boyum kadar, gözleri uykusuzluktan kan çanağıydı. Yanıma oturdu ve bana bir mektup uzattı.
“Al bakalım evlat, aç içini, oku. Üstteki yaprakta yaşayan biri sana mektup yazmış.”
Gariptir ki kurnaz gülümsemesini takınmıştı. Sanki bir işler pişiriyormuşum gibi gözlerime bakıyordu. Ardından dikkatini çekmeyi başaran amcaların muhabbetine ortak oldu. Ben ise mektubu açmış, okumaya başlamıştım bile.
“Şey, merhaba. Böyle mi mektuba başlanıyordu, bilmiyorum. Sabaha karşı yaprağın ucunda otururken sarkıttığın ayaklarını gördüm. Ah, bir de kendi kendine mırıldanışlarını da duymuş olabilirim. Kim olduğumu düşünüyorsan, düşünme. Eğer ki bilirsen beni, geleceğinden şüphe edebilirsin. Senin adını henüz bilmiyorum ama yanına gelen adama, senin o an ne yaptığını tarif ettiğimde hemen anlamış gibi başını salladı. Galiba biçare sermet misali yalnız kalmak için orada oturuyorsun. Demek ki bu sadece benim dikkatimi çekmemiş. Kendinle konuştuğun şeyleri önceden ben de kendimle konuşmuştum. Zamanın değiştirmediği tek şey parmak izleridir. Mesela ayak izlerin zaman geçtikçe büyür ama parmak izlerin hayatın boyunca olduğu gibi kalır. Bunu unutma ve kendine çok iyi bak. “
Dediklerini anlamaya çalışırken bir yandan gözlerimle ona hak veriyordum. Sandalyeden kalkıp okuduğum mektubu soğuk havalara karşı hazırda tutulan sobanın içine attım. Söyledikleri kafamı karıştırmıştı. Anlam vermekte zorluk çekiyordum.
Ben ailenin tek çocuğuydum. Bizimkiler evden dışarı çıkmazlardı. Ben ise eve girmek istemezdim. Kime çekmişim, bilmiyorum. İçimdeki merak sayesinde gece gündüz yaprağın ucunda kalmaya dahi razıydım. “Kış gelmeden ölmek yok,” dedim içimden. “Ne rüzgarlar gördüm,” diyerek avuttum kendimi. Ben çay ocağından çıkmaya yeltenirken sakallı adam “Evlat, kötü bir şey mi oldu yoksa?” dedi. Güvenip söylemeli mi, yoksa geçiştirmeli miydim?
–
“Hey Allah’ım, ne boşboğaz bir herifim böyle. Sen git, içini elin adamına dök. Ha bir de içtiğimiz çayların parasını da sen öde,” diyerek ardından sokaklarda volta atmaya başlamıştım. Ne yapayım, böyle biriydim işte. Akşam olmuştu ve hava serinlemişti. Kent yine hafifçe sallanadurdu. Uykusuzluktan gözlerimi açamıyordum. Anlamıştım ki biraz uyku iyi gelecekti. Eve gittim ve gözlerimi kapadığım gibi rüyalara daldım.
Gözlerimi açtığımda mevsimlerden yazdı. Etraf şen şakrak, kent ise sokaklarda koşturan çocuklarla fazlasıyla coşkuluydu. Takvime baktığımda yazın bitmesine çok az kalmıştı. Böyle de uyku olmaz be arkadaş! Aklıma gelen ilk şey mektubu yazan kişinin kim olduğuydu. Doğruca yaprağın ucuna koştum. Bir çırpıda dünyadan aşağı ayaklarımı sarkıtıp beklemeye koyulmuştum. Gözlerim sürekli üst yapraktaki kentteydi. Birkaç saat öylece durduktan sonra yanıma sakallı adam gelip oturmuştu. Gelişiyle ani bir şekilde irkildim. “Beklediğin biri mi var evlat?” dedi ve konuşmayı başlattı. Aslında onun kim olduğundan ziyade en merak ettim şey, ben şimdi ne yapmalıydım? Bana yol gösteren biri yoktu. Şu ana kadar hiç olmadı da.
Başımı sakallı adama çevirdim ve “Aslında beklediğim tek şey zaman. Öylece, mevsimler geçerken insanların yüzlerindeki telaşları izlemek. Hep telaşlı biri olmayı istemişimdir. Telaşlı olabilmek için belki de bildiğin bir şeyin olması gerekmekteydi. Fakat benim bildiğim hiçbir şey yoktu,” dedim ve gözlerimi uzaklara diktim. Yanımda oturan sakallı adam dikkatli bir şekilde söylediklerimi dinliyordu.
Sözlerim bittiği anda arka tarafımdaki sokaktan çığlıklar kopmaya başladı. Alelacele adamın yanından kalkıp eve koştum. Herkes evlerine saklanmak için koşuşturuyordu. Heyula bir an gibi. Ne olmuş olabilirdi?
Neyse ki olayı öğrenmem çok uzun sürmemişti. Aman tanrım, dünyanın sırtındaki kentlerden biri artık yok olmuştu! Yaz bitiyordu ve yaprak mücadeleye artık dayanamamıştı. Sordum.. Evet, sordum.
Hangi kent düştü? Hangi yaprak artık dünyamızda, aramızda yok?
“Üstümüzdeki yaprak maalesef dayanamadı, düştü,” diye beni mahveden bir cevap aldığımda mektubu tutmuş olan ellerim gözyaşı dökmeye başladı. Onun kim olduğunu öğrenmeden yolun sonuna gidemezdi. Daha doğrusu hiç gitmemeliydi. Gittikçe koyu kahve göz rengim eksiliyordu. Gözyaşı ile göz rengi aynı soydan gelmeliler ki ağlarken eksilebiliyordum. O anda her toplum, her kalabalık beni yok ediyordu. Büyük miktarda tecerrüte dönüşmüştüm. Yalnız kalmalıydım ki onca olan biteni düşünmemeliydim. Bana mektup yazan kimdi? Unutmalıydım, unutmalıydım.
O olaydan sonra derin bir sessizlik çöktü eksenimize. Kentini korumaya, kollamaya başlayan halk bile vardı. Günler geçtikçe kentler arası kavgalar oluveriyordu. Ben yine aynı yerimde oturmuş, ayak bileklerime gemilerin güvertelerini bağlamış, bir su damlasının yarattığı göl birikintisinde ayaklarımın münzevi ve ruhumun müşteki hallerini yüzdürüyordum. Geleceğimi adeta düşünemiyordum. Ya geçmişteydi aklım ya da geçmişin geçmişliğinde. Tek bir şey vardı ki; çıt çıkarmayan gece yüzünden biraz sallanıyordum, biraz da gök yaklaşıyordu hislerimin müsvedde yanına. Var olduğumu bile bile yoktum bu kentte. Dalmış gözlerimle ileriki yaşamları seyrederken, ruhunu salmış bedenimle düşünmemeye kendimi alıkoyamıyordum. Bunun başka bir sebebi olmalıydı ki o kentin yok olması olanaksızdı. Çünkü kendilerini geliştirme alanlarında oldukça emek sarf ediyorlardı. Yapılacak tek şey kalmıştı: yanmak için hali hazırda bekleyen sobadan mektubu geri almak. Oturduğum yerden kalkıp koşar adımlarla çay ocağına gittim. Yollar sessiz, evlerin camları buğuluydu. Buharlar suya dönüştüğü için şeffaflığıyla pencerelerin yukarısından aşağısına iz bırakmıştı. Arabaların birkaçı saklanırcasına ağaçların arkasına gizlenmişti.
“Bey amca, sobayı yakmadınız değil mi?” diye soru yönelttim. Bey amca, ağzı dolu olduğu için kaşlarını yukarıya kaldırarak cevap vermeyi tercih etti. Beklediğim cevabı meraklı gözlerle almıştım. Evet, soba henüz yanmamıştı. Mektubu yanacakların arasından, kuytudan çıkardım ve cebime koydum. Onu, yazandan bana son hatıra niyetinedevamlı cebimde saklayacaktım.
Bir gün, iki gün derken günler bir hayli hızlı geçiyordu. Soğuklar başlamış, umutların yerini fırtınalar almıştı. Tedirginlikle evlerimize geçip güneşin doğmasını bekliyorduk. Artık sonbahardaydık ve Alışveriş Merkezleri de dahil olmak üzere her yer öğleden sonra kapalı oluyordu. Bu dünyada akşam olunca yaşam dururdu. Bilhassa geceler benim için hep durgundu. İnsanların gözünde geleceğimi düşünemediğim içinartık bir amaç uğruna yaşamış da sayılmıyordum. Neredeydi şu geleceğim? Çay ocağında çay mı içiyordu? Tütünümü sardıktan sonra camı açıp oksijeni içime çektim. Yarısını ben tüttürmüştüm, diğer yarısını ise rüzgar. Son tütünümüzmüş gibi dönüyorduk. Buğulu cama yazdığım yazı yavaş yavaş yok oluyordu. Geride bıraktığı uzun su iziyle gözümü almıştı.
Masa altında geçen onlarca hayatları içim içime sığmayan günlerde çekyatların altına çoğunlukla sığdıramazdım. Soğuktan üstümde takla attırdığım yorgana sıcaklığın en zirvesini gösteremezdim. Çünkü o, zirveye ulaşmaya çabaladıkça ayaklarımın olduğu kısımlardan içerisine soğuk alacaktı. Isıtmayı koymalıydı kafasına, zirvesini değil. Gün ağmaya yakındı ve yorganı üstümden attığımda her zamanki gibi yapmam gerekeni yaptım;Pencereden dışarısını izlemeye koyuldum. Kimseyi göremediğimi sonbaharın körüklediği körlükten saydım, sustum. Bir çırpıda giyinip kendimi sokağa fırlattım. Bu sıralar evde duramama alışkanlığım iyice artmış olmalıydı. Gün içerisinde elim sürekli cebimdeydi. Gayretli dikkatimle mektubun kaybolmasına izin vermiyordum. Herkes neredeydi? Nereye kaçmışlardı? Sokaklar boş, neşe belirtisi yoktu. Ben de sobalı çay ocağına gitmek için yine ayaklarıma talimatlar vermiştim. Bu soğukta yürümeye bir hayli hazırdım. İçeriye girdiğimde loş, ateş kırmızısı renkler etrafımı sarmıştı. Sonradan anlamıştım ki sobayı soğuktan dolayı körüklemişlerdi. Alelacele sobanın yanına gidip ellerimi ovuşturdum. Bir yandan da mektubu kurtardığım için kendi kendime gülümsüyordum. Gülüşlerimdeki izzet anlaşılıyordu. İçeride şahane bir kalabalık vardı. Evden dışarıadımını atan adeta buraya koşmuş gibiydi. Ama kimse konuşmuyordu. İnsanlar neden suskundu?
“Bey amca neden bu kadar suskunsunuz? Bir şey mi oldu yoksa?”
“Dış ticaretimiz uçtu gitti. Erzakları sobada yakmamız için getirmiyorlar. Artık yakacak bir şeyimiz kalmadı. Kumpas mıdır bu, cehalet mi? Bu kadar zulüm korkaklıktan mıdır?” demeye kalmadan olan biten her şeyi anlamıştım. Öylece, sobanın etrafını çevreleyen bir sürü insanı ve sineklik tellerinin fırtınayla mücadelesini izlemeye koyuldum. Sobanın içi yavaş yavaş geçiyordu. “Bak,” dedim kendi kendime. “Şu camlardaki buharlar suya dönüştüğü zaman donacağız.’’
Belediye başkanı iki saat sonra, dilleri çözülen insanların ufak ama hoş sohbeti sırasında, çay ocağının orta yerine gelip duyuru yapmak suretiyle bir an olsun sessizliği sağladı.
“Evet. Lütfen kendi aranızda sessizlik yaratın. Biliyorsunuz ki evlerden getirdiğiniz yanabilecek her şeyi itinayla kullandık. Sizlere bu konuda çok teşekkür ediyorum. Ama ne yazık, erzaklar bir çırpıda bitiveriyor. Artık çayımız da tükenmek üzere. Kıssadan hisse gittikçe geriliyoruz. Bu kış zorlu geçecek gibi, öyle değil mi? Fakat sizler asla umudunuzu kaybetmeyin.” dedi ve yerine geçip oturdu.Herkes tekrardan kendi aralarında işin ciddiyetine vararakkonuşmaya başladı.
Aradan saatler geçti ve herkesin gözü sobanın can çekişme anındaydı. Soba sönmek üzereydi. İnsanlar tedirgin bir şekilde etraflarına bakıyorlardı. Atlı Karıncaları düşündüm.Sonrasında annemi, babamı, tüm sevdiklerimi düşündüm. İnsanları ve yardımlaşmayı düşünmeyi de ihmal etmedim. Soba iyice sönecekti ki elimi cebime atmam ile cebimde saklıyor olduğum mektubu çıkarıp sobaya teslim etmem bir oldu. Ardından kurtarıcımız tekrardan yanmaya başladı.Sobada beliren, bir ileri bir geri dalgalanan ufacık ateş parçasıbundan sonra bizim umudumuz olmuştu. İnsanlar içten içe sevinç çığlıkları atmakla meşguldü. Az önce hayatlarının biteceğini düşünenler şimdi huzurlu huzurlu birbirlerine tebessüm ediyorlardı. Evet, ben üzülüyordum. Ama eminim ki buna değecekti. Dayanamadım, ellerimi attım sobaya. Sonuçta o mektuba ellerim de değmişti. En sonunda gözlerimi, sonrasında ise sobaya saçlarımı atmayı başardım. Tümuzuvlarım hayatta kalma mücadelesi verirken onlar, yazılan her cümleye birer hayat gömdüler.
En azından kurtulmuştuk, yani o akşamlık. Soba kızgınbir şekilde yanmayı sürdürüyordu. Herkesin kendilerine göre iç çekişleri bittikten sonra buharlaşmaya başlayan camlar, gülümseyerek bizleri izlemeye koyuldular. Artık akşam oluveriyordu. Evlere dağılma ve yorganla içli dışlı olma vakti hızlı bir şekilde geliyordu.
Az önce de dediğim gibi, biraz üzüldüğüm doğrudur. Ama hayat bazen bizlere öyle bir yol sunuyor ki, kendini düşünmemen gerektiğini öğretebiliyor. Başkasını düşünmen, insanların değerini anlaman gerektiğini gösterebiliyor. İşte ben de tam böyle bir noktada kendimi değil de insanları düşünerek hareket etmiştim. İçim rahattı fakat bu içimdeki rahatlığın her şeyin bitimine kadar olduğunu çok geç fark ettim. O olanlarışimdi de unutmam, bin yıl sonra da unutamam.
Ruhuma sinen rahatlıkla evimin yolunu adımlıyordum. Ne olduysa, nasıl olduysa kendimi aniden yaprağın ucunda oturur vaziyette, ayaklarımı dünyadan aşağı sarkıtırken buldum. Oysaki daha az önce eve doğru yürüyordum. Rüzgarartmıştı. Hatta artmak bunun yanında az bile kalırdı. Yer, gök sert bir şekilde sallanıyordu. Hiçbir şey göremiyordum. Bundan sonra iyice sonbahara gelmiştik. “Dayanamamıştık!’’ Dedim kendi kendime. “Ah zamanın sonsuzluk çaresizliği!’’Arkalardan gelen koşuşturma sesleri, bağırışlar ve haykırışlar..Sonradan sonraya ben ölüme alışmaya başladım. Önümde, ayaklarımı sarkıttığım boşluktan yavaş yavaş, yukarı doğru çıkan kendimi gördüm. İlk başta anlam verememiştim fakat bu basbayağı bendim. Tam karşımda durmuştu. Göz gözeydik ama önümde duran şey yaşlanmış halim olmalıydı ki,karşımda iyice çökmüştü. Kısa süre sonra elime bir mektup tutuşturdu. Bir gözüm mektubu, diğer gözüm ise karşımda duran yaşlı beni izliyordu. Elimdeki mektubu açmalıydım, içime doğmuştu. Alelacele, ellerim birbirine girene dek hızlı bir şekilde mektubu açmıştım. Aslında ben çoktan kaybetmiştim. Mektup, aynı mektuptu. İçindeki yazılar, hatta yazı tipi dahi aynıydı. Bu mektubu bana ilk başta geleceğim göndermişti. Gerçekleri o zaman anlamıştım. Ben neden geleceğimi düşünemiyordum? Neden hayal kuramıyordum? İşte bu yüzdendi. Bir insan yakınında yahut başucunda olan bir şey ile ilgili hayal kuramazdı. Ya uzakta olmalıydı ya da hiç olmamalıydı. Hele ki bir insan kaybettiğiyle ile hayal kurması imkansızdı. Kaybetmeden önceki hayallerin yerini sadece kaybettikten sonra yas alabilirdi. Benim geleceğim bu kentte yok olmaktı. Sadece yok olmak.
Yanıma bir kuş kondu. Yaz bakışlı bir kuş. Kent bir hayli sallanıyordu. Önümde geleceğim, yanımda bir kuş ve benimkararsızlıkla tedirginliği bir arada tutan bakışlarım vardı. “Atla’’ dedi kuş. Hızlı bir şekilde oturduğum yerimden kalktım ve kuşun üstüne atladım. Sorgusuz sualsiz. Hiçbir şeyi sorgulamıyordum artık. Yaprak düşüyordu. Her şey, her anım düşüyordu ve ne gariptir ki ben hiç kimseyi düşünemiyordum. Önce arkamı dönerek bakışlarımla herkese veda ettim. Ağzımdan tek kelime çıkmıyordu. Bakışlarım soğuktu. Sonrasında saçlarım sonbaharı örnek almaya başladı. Saç tellerim yavaş yavaş dökülüyordu. Gözlerim kısılmış, düşüncelerim değişmişti. Yüzümün buruşukluğunu hissedebiliyordum. Ellerimdeki yorgun yaşanmışlıklar dokunduğumu yaşlandırmaya yetiyordu. Sırtım çökmüştü. Boyum ufalmış, adım atacak bir hal hissedemiyordum. Başımı tekrardan önüme çevirdiğimde geleceğimi karşımda göremez oldum. Gelecek artık bendim. Mektubu tutan yaşlanmışellerim eskisi gibi dayanacak gücü bulamıyordu. Kentin yokluğa karışacağı son dakikalarıydı. Bu mektup benimle gelmeyi değil, yok olmayı tercih etmeliydi. Bu düşüncemden sonra mektubu bir çırpıda gerisin geriye fırlattım.
Evet, uçabiliyordum artık. Bir kuşun üstünde, geride bıraktıklarıma baka baka gidiyordum. Bilmediğim, rahne bir yere uçuyordum. Artık bir geçmişim yoktu. Gelecek ise bundan sonra bendim. Nereye gideceğimin hiçbir önemi yoktu. En son yaprağın düşüşünü, kentimi ve birlikte bir sürü daha yok olan kent görmüştüm. Yüzüm soluk, hislerim ise yok denecek kadar kemteraneydi. Hissizliğe bürünüp sessizliğe gömülmüştüm. Ardından sessizliğe alışıp sebepsizliğe kanmıştım. Gidiyordum ve hareket etmeden yorulmuş olmalıydım. İçim adeta daralıyordu. Nereye gideceğimi kestiremeyen bir yolda gitmekten başka çarem yoktu.
Hiçbir çarem yoktu.
Sessizliğin anlamını taşıyan bir odada,
Dudaklarımın arasında biriktirdiğim,
Çığ misali büyüyen düşleri ibraz etmek için,
Boş bir bardağa derince nefesimi üflüyorum.
Sokaktan kedi sesi dahi gelmeksizin,
Tüm gürültüler külliyen sessizliktir şu an.
Umursamıyorum balkonumdaki masada unuttuğum örtüyü,
Islanırsa yağmurda ıslansın yeter ki.
Evimin yokuşundaki parktan korkuyorum bir haftadır.
En son gittiğimde eylülü gördüm,
Hani hüzünlü olan eylülü.
Sonbaharın geldiğini o beş harfiyle söyleyen.
Unutulan tokaları,
Parkın yakınlarındaki sahilde küpeşteler gördüm.
Yalnızlığıma muallak olan her şeyi,
O parkta gördüm
Efe Berke Saptar
İZDİHAM