Dünyayı dolaşan genç adam güzel bir şehre geldi. Gözleri Emir Sultanın
gözlerine benzerdi. Kaşları çatık, rengi yanık sarı, kalın dudakları soluk.
İnce, uzun boylu. Erkeğin yakışıklısı dünyadaki en güzel yaratıktır. Dünyada
bir arap atının tayı güzel olur, bir de erkeğin yakışıklısı. Genç adam atından
indi, baktı ki bu şehir başka, öteki şehirlere hiç benzemiyor.
Şehrin insanları dünyanın en kanı sıcak, en cana yakın insanları.
Konuk için dersen deli divane oluyorlar. Fıkarası yok gibi, zengini de cömert.
Bet bereket dersen yedi iklim dört bucaktan taşıyor. Bütün şehrin insanlarının
yüzyıllardan beri büyük bir mutluluk içinde oldukları besbelli. Bura halkının
hiç mi hiç bir şeyden şikayetleri yok. Bir şikayetleri varsa o da ölümden.
Herhal ölüm bile güzel olur bu şehirde. Yolcu böyle düşündü.
Bu şehirde bir de çok güzel atlar vardı. Küheylan, seklavisi, cins
cins, don don. Dorusu doruların en parlağı, alı kırı, kulası, abeşi,
demirkırı, yağızı da öyle. Burada atların donları da bir başka. Her bir atlar
ki tüyleri yıldır yıldır. Her birisi sürmeli gözlü ceren gibi. Tıpkı.
Adam bu güzel şehre, bu iyi insanlara, bu cins atlara hayran kaldı. Bu
şehirde bir süre kaldı. Sonra ayrıldı. Bundan sonra da nereye gittiyse, kimi
gördüyse yıllar yılı bu şehri, bu insanları, bu atları söyledi. Dilinden
düşürmedi. Hayranlığını bir ömür dile gitirip, bütün insanları da bu şehre
hayran kıldı.
Adam çok yaşlandı. Günlerden bir gün kendi kendine dedi ki, ölmeden,
şu güzelim dünyayı terketmeden varayım da o güzel şehri, o iyi insanları, o
soylu atları bir daha göreyim de, hiç olmazsa, şu dünyadan ağız tadıyla
ayrılayım.
Ora senin, bura benim günlerce yol tepti, bir sabah iyi insanların,
güzel atların mutlu şehrine geldi.
Geldi ki ne görsün, şehir ne oeski şehir, insanlar ne o eski insanlar,
atlar da yok. Her şey değişmiş, her şey bambaşka.
O eski konuksever, her bir sözleri cana can katan kişiler verdiği
selamı bile almıyorlar. Geldi ki ne görsün, yalnız selamını almamak değil,
yüzüne bile bakmıyorlar. Yüzleri kara, karanlık, mutsuz.
Şehrin büyük çayıları, ovası, tarlaları, ahırları da bomboş. O ceren
gibi atların imi timi yok.
Adam şaşkınlığından, kederinden ne edeceğini bilemedi. Beli büküldü.
Issız, yıkık, bir örene dönmüş şehri lal-ü ebkem dolaşırken o eski, mutlu
günlerden kalmış yaşlı bir adama rastladı. Adam sırtını bir hanın yıkık
duvarına vermiş, güneşleniyordu. Ak sakalı kir içinde, kızarmış hastalıklı
gözlerine sinekler üşüşmüş.
Kederinden dişleri kenetlenmiş, sakalı ak, sakalı kirli, aydınlık
yüzlü, geniş alınlı duvar dibinde güneşlenen yaşlı adama sordu:
“Bir zamanlar bu şehirde konuksever, sıcak yürekli, dost canlısı iyi
insanlar, ceren gibi, kırmızı mercan gözlü, uzun boyunlu, kalem kulaklı, suna
gibi cins atlar vardı. Onlara ne oldu?”
Yaşlı adamdır ki, azıcık doğruldu, ak saklı kirli, titredi, yüzü eski
bir ışıkla parıldadı, derin bir aaah dedi, ciğeri söken. Aaaah! Duvara sırtını
iyice verdi.
Neden sonra gözlerini açtı:
“O iyi insanlar,” dedi, “o güzel atlara bindiler çekip gittiler…
Aaaah! Aaaaah! Aaaaaah!”
Yaşar Kemal
İZDİHAM