Yasemin Karahüseyin, Sahiden Günler Ne Kadar Kısaldı?
Zamana, bize, bizden öncekilere tanıklık etmedikten sonra yazdıklarımızın ne anlamı var. Bize ait bir yaranın açıklığını, acısını, zonklamasını, iltihaplanmasını, kurumasını, kaşınmasını anlatmadıktan sonra. Ancak, özgün kültürel eserlerimiz yaralarımızı iyi edebilir ya da yeni yaraları engelleyebilir. Hissetmek ve hatırlamak koruyucu, şifa edici bir merhem. Mesele merhemi kimin süreceğinde. Yarayı bilmeyen işgüzar dokunmaya görsün derimize, yara dağıldıkça dağılıyor, cildimiz lekelerle kaplanıyor, coğrafyamız oyuklarla delik deşik ediliyor, insanlarımız kırgınlıklarla birbirine küsüyor.
İsmail Özen’in ilk hikâye kitabı Günler Ne Kadar Kısaldı, ilk üç hikâyesiyle, Kenan Evren’in 12 Eylül günü, TRT ekranlarında apoletlerini göstere göstere, sıkıyönetimle Türkiye’yi acı bir sessizliğe mahkûm ettiği dönemlerin ve sonrasının izlerini bu minvalde sürüyor. “…fakir elleri ekmek dilimlerini okşuyor; ekmek, babanın ellerine yakışır” cümlesinin yer aldığı ilk sayfayla, yazar hikâyelerinin nüvesini okuyucuya veriyor. Hatırlamak ve hissetmek kitap boyunca engel olamadığımız iki duygu olarak karşımıza çıkıyor.
Gençlikleri, çocukluklarından vesayet bıçağıyla sağ, sol diye bir anda ayrılan ergenlerin okudukları kitaplara, derdi yalnız ekmek kazanmak olan babaların, -okumadan komünist kitaplar diye nitelendirdiği- nasıl savaş açtığını, ergenlerin ise bu savaş esnasında içlerine nasıl kapandıklarını yormadan, abartmadan anlatıyor yazar. Judas, Kalleş, Jeriko, Tom Braks, Teksas, Tenten, Tarkan, Ursula gibi kitaplarla özellikle orta direğin yaşamlarına heyecan kattıkları bu dönemleri Özen, “Öğleden Sonra”, “Salyangoz Toplamaya Gidiyoruz” hikâyeleriyle anımsatıyor. “Kahrolsun Faşizm”, “Tek Yol Devrim” ifadelerinin kırmızı boyalarla yazıldığı duvarları okudukça korkan, bu korkuya rağmen zengin olma hayaliyle salyangoz toplama yolculuğundan geri durmayan Pördi, Tatü, Samik’in uğraşlarını, “Yoksul, hüzünlü ama güzel günlerdi.” diyen yazar bize de aynı şeyi söyleterek yâd ettiriyor.
İnsan hangi vesayetin altında kalırsa kalsın kabuğunu delecek bir keski buluyor. Çoğu vakit hayallere, şarkılara, futbola, kitaplara, kavgaya, aşka kapılarak -kimileri buna tutsaklık dese de- özgürleşmeye çalışıyor. Belki de bu yüzden yazarın kahramanlarından biri, hayallerle çalışan, hayal ülkelerine giden Buick marka otomobille geçmişi, geleceğe taşıyor. Bizde, tüp, şeker kuyruğu bekleyen, litreyle gaz yağı alan, Birinci’yi, Tekel 2000’i höpürte höpürte içen, Ümit Besen, Cengiz Kurtoğlu, Gökhan Güney, Hakkı Bulut’u candan dinleyen, çocukluğunda yediği dayakları büyüyünce başkalarına atarak dikleşen, hürleşen, akşam yazlık sinemada izledikleri filmlerdeki Türkan’lı, Kadir’li serüvenleri rüyalarında devam ettiren mahallelilerin derinliklerine yazarın kasmayan kalemiyle iniyoruz.
“Beşiktaş-Fenerbahçe Maçını Nasıl İzledim” hikâyesi, kahramanın kendi iç dünyasında futbolla hesaplaşmasından, 28 Şubat sürecinde, misafirhanesinde kalacağı Aziziye Koleji yerine, bile isteye Anıtkabir’in adresini veren, aynı camide saf tuttuğu adamla hesaplaşamamasına kadar iki ayrı olayın usta bir dille bağlandığı usta işi bir hikâye. Futbolla aidiyet duygusu arayan karakterin başka bir aidiyet duygusuna hem de cami cemaatinden biri tarafından yönlendirilmesi bizlere de yazar gibi hesap sorduracak bir durum.
“Akşam Yemeğinden Sonra Dört Kişilik Oyun”, kitap okumak isteyen bir babayla evcilik oynamak isteyen kız çocuğu arasında geçen mücadeleden yola çıkarak, insanın hayat boyu değişen önceliklerini anlatan hoş bir hikâye. “Karda Derin İzler” ise, kaynana-gelin çatışmasında koca duruşlarının altını çiziyor. Issız köy yolunda kara batmış bir aracın içinde mahsur kalan, etraflarını saran kurtlarla, düşüncelerle, ölümle boğuşan çiftin, boğuşmayı kazandıktan sonra bir anda sevecenleşen koca üzerinden hayata aldanmanın tehlikesine dikkat çekiyor. Yazar baba-kız, karı-koca gibi ikili ilişkiler ardındaki bireyleri yapayalnız yakalıyor. Maharetle içlerini döktürüyor. Sıra dışı bir sahafın yanında işe başlayan kahramanın tuhaf olaylar sonucu dükkânı terk etmesini anlatan “Ürkü”, Borges’in, Alef’in merkez olduğu “Düşbozumu Dans Ederken Yalnızlık Çeken Bir Kadın” diğer hikâyelerden kurgu ve konu bakımıyla ayrılıyor.
Günler Ne Kadar Kısaldı, geç çıkmış usta işi bir kitap olarak son dönemlerde genç ve iyi kalemlerle zenginleşen Türk öykücülüğünde İsmail Özen’in yerini bulacağını gösteriyor. Seçtiği konular ve karakterlerin yerliliği, sahiciliği, sağlam kurguları, dil işçiliği ve anlatmak istediği şeyi çekici ve samimi bir dille anlatması, öykü dünyasında yazarın avantajları olarak duruyor. Velhasıl, yer yer hüzünlenerek, gülümseyerek okuduğumuz bu kitap bizden sonrakiler için geçmişi fısıldayacak bilinçli bir dil taşıyor. Mesele ise geleceğin kulaklarının geçmişi duyup duymayacağı.
Yasemin Karahüseyin değerlendirdi. Karabatak
İZDİHAM