İki ayrı kıyı kentinden aynı duanın kabulü olmak için gelmişlerdi İstanbul’a. Sabah’ın mahur saatlerinde Üsküdar’a Eminönü’nden gelen vapur onları kızın saçlarına yağmur düşmesin diye taşıdığı şeffaf şemsiyesinin altında buluşturdu. Şemsiye kullanmaya pek alışık olmayan adam o şemsiyenin altında onunla olmaktan çok mutluydu. O şeffaf şemsiyenin altında bir ona bakıyordu bir de gökyüzüne. Kim düşündüyse iyi düşünmüştü böyle bir şemsiyesi piyasaya sürmeyi. Kent sokaklarında adımları yağmura karışırken birçok kişinin de aynı şemsiyeden kullandığını görünce gülümsedi adam. Bir evin, bir otobüsün penceresinden yağmuru izleyip iç geçirmekten daha güzel bir şeydi bu. Sanki yağmur taneleri ikisinin de içlerinin kuruyan yerlerine düşüyor gibi oluyordu şehir ıslanırken. Bir müddet böyle yürüdükten sonra suya dokunan adımları onları günün, derin mevzuların ilk sigaralarının ve ilk çaylarının içileceği mekana getirdi. Adam ilk önce oturacakları masanın yanındaki boş sandalyelerden birine şemsiyeyi özenle astı. Sonra oturdular ve geç gelen kahvaltı tabakları beklerken uzun uzun sustular. Kahvaltının üstüne ilk sigaralar yakıldıktan sonra vapura binip Beşiktaş’a oradan da İstiklal ’deki kalabalığa karışıp yürümeye karar verdiler.
Karşıya geçtiklerinde yağmur dinmiş, güneş yüzünü göstermeye başlamıştı. Adamın kuru kalabalığın henüz başındayken kıza yolun sonunda bulunan Agatha Christie’nin kayıp 11 günü içinde ‘Doğu Ekspresinde Cinayet’ adlı romanını tasarladığı Pera Palace Hotel’in terasında kahve içme teklifi kabul gördü. Kalabalık kuru ise yalnızlık ıslak mıdır? Yalnızken insan daha çok ve güzel mi ağlardı? Bu sorular yola düşürür adamı işte. Yalnızlıktan korkar ve yalnız onun için yollara düşülecek sevdalara düşürür gözlerini. Otele doğru yürürken kız ona daha önce cadde üstünde ve bir televizyon programında denk geldiği bir müzik grubumdan, gruptaki bir kadının çok iyi İspanyolca şarkılar söylediğinden bahsetti. Yine aynı yerlerinde olurlarsa mutlaka dinlemeleri gerektiğini söyledi. Yol üzerinde benzer birkaç sokak şarkıcılarının arasında kızın bahsettiği grubu gördüler. Onları dinleyen yolun ortasında yarım ay halini almış insanların arasına girip melodilere kulak verdiler. İspanyolca şarkı söyleyen kadın yoktu. Enstrümantal müzik yapıyorlardı. Adam sabahtan bu yana kalbi ile dili arasında dönüp dolaşan cümleleri onun kulağına fısıldamak için çok iyi bir fırsat yakalamıştı. Bir yandan akıp giden onca insan, bir yanda da sanki onun kıza afili cümleler söyleyeceğini anlayarak ona fon müziği yapan sokak müziği gurubu. Adam, kızın sol tarafına geçip sırtını sokak çalgıcılarına döndü. Gözleriyle yoldan geçen insanları süzerken kızın kulağına doğru eğilerek sen şimdi sokak çalgıcılarını izle ben de senin kulağına bir şeyler fısıldayacağım dedi. Kız, adamı onaylarcasına başını hafifçe öne doğru sallayarak merakla adamın kalbinden düşen kelimeleri tutmak için beklediği sırada adam şöyle başladı sözlerine: Şimdi bir Nuh Tufanı olsa, ve Nuh’un gemisi yanaşsa yanımıza ben seni tek olmana rağmen gemisine alması için yalvarırdım ona. Bu güzel kızı da alsan olmaz mı? Derdim. Benden bir şey olmaz biliyorum. Ama onu yanına al. O, Rabbini çok güzel seviyor. Kalbi yok yere birden çok kere kırıldı. Onu lütfen gemine al… Belki bir Nuh Tufanı uzak ihtimal. Bize lazım olan ruh tufanı. Ruhunda oluşan tufanla birlikte geminde kimleri istiyorsun onları belirle. Bundan sonra yoluna kimlerle gitmek istiyorsan gemine onları al. Ve geminde bana da bir köşe… Diye sözlerini bitirdi.
Kızın ne diyeceğini bir türlü bilemediği cümlelerini alıp yüzünün bir kenarına koyduktan sonra otele geldiler. Otelin teras bölümün kapalı olduğunu öğrenince de otelin kapısından dönüp İstiklal caddesine doğru tekrar yürümeye başladılar. Bir sokak arasında boş buldukları kafeye oturdular. Önce iki orta kahve söylediler. Bir cinayet romanı olmasa da postmodern bir şiir çıkabilirdi ortaya bu buluşmanın ardından. Kahve fincanlarının ve kül tablasının üzerinden adama doğru pek beğenmediği ellerini uzatarak şöyle dedi: Peki ellerim nasıl? Ellerimi gördün mü? Adam da şöyle cevap verdi: Gördüm. Bundan böyle ellerin hiç dert görmesin. Ellerinden başlamalı bir kadın önce kendini yeniden sevmeye, kendi ellerinden güzel tutmayan bir kadın başka nasıl tutunabilir ki hayata? Bir ilişkinin ihtimallerini, gelişmekte olan bir ülkenin dış ilişkilerindeki ihtimallerini tahmin eder gibi konuşmaya başladıklarında ikisinin de yüzü kahveden sonra söyledikleri çay bardaklarına düşmeye başlamıştı. Belkiler ve keşkelerle kurulan cümlelerin çokluğu ikisinin de korkularını arttırmış ayrılığın vakti geldiğini anlamışlardı. Bu konuşmaların hesaplarla değil hayallerle yapıldığında bir denize düşülebileceğini ikisi de çok iyi biliyordu. Daha fazla hesap etmenin hayallerini suya düşüreceğinden endişelenip o kafeden ayrıldılar. Adam, giderken Cemil Meriç’ten bir cümlelik yardım alıp “Gitmek, kaderi değiştirmektir.” Şimdi sen de bir yerlere git ve değişsin değişmesinden korktuğumuz bazı şeyler. Dedi. Bu son cümlelerden sonra İstiklal’in iki ayrı yönüne doğru ayrılıp kalabalığa karıştılar. Adam karanfilli bir sigara yakıp başını öne eğip kalabalığa doğru “Bir kent, bir sevda ve veda” diye yürümeye başladı. Bu kaçıncı kent, kaçıncı sevda, kaçıncı veda…
Biterken Yeni Türkü Zerdaliler’i söylüyordu. Sustukça ayrılıyordu yağmur taneleri bulutlarından.
Yasin Kara, Yeni Toprak Dergisi’nde yayınlandı.
İZDİHAM