İlk şiir kitabın Kumaş, 2010 yılında yayımlanmıştı. Üzerinden sekiz yıl gibi uzun bir zaman geçti. Bu arada neler yaptın?
Aslında bu kadar ara vermeyi ben de istemezdim. Ama diğer yandan bu mesafeyi kısaltabilecek adımları da bu süre zarfında atamadım bir türlü. Bu arada ne yaptım? Metin üretmek anlamında boş geçen bir vakit olmadı elbette. Pek yayımlamasam da farklı türlerde yazmaya devam ettim. Onlar şimdilik kıvamını ve de vaktini bekliyor. Bu sekiz yıl süresince tabii okur olarak çok daha faal durumdaydım. Yeni çıkan şiir kitaplarını edinebildiğimce takip ettim.
Araya bu kadar zaman girince şiirinin seyri açısından kaygılanmadın mı?
Zaman zaman bir kaygı duysam da demek bu kaygı beni yeterince gaza getirememiş. Şiir konusunda biraz haklısın galiba. Şiiri bir miktar ihmal etmiş olabilirim. Çünkü şiir öyle bir tür ki, kendiyle sürekli olarak ilgilenmeni isteyen, ilgilenmediğin anda kaçıp giden, ortalardan bir süre kaybolan bir yapısı var. Kedi gibi. Üstelik, onla ilgilendiğin süre boyunca sana ne vereceği de meçhul. Ortaya çok iyi bir şey de çıkmayabilir. Seni lirizmin çukurlarına da atabilir veya bugünlerde moda olan salt biçimsel olana da götürebilir. İkisi de çok hazzetmediğim şeyler. Ben de bu zaman zarfında şiirle olan o kopuk ilişkimi biraz daha sağlamlaştırdığımı ve mesafemi kendimce ayarlamaya çalıştığımı söyleyebilirim. Umuyorum bundan sonra daha sık şiir yazacağım.
Umarım. Kitabına Sonra, Doğdum ismini verip dünyayı keşfetmekle meşgul oğluna adadın. Aslında kimin bu kitap?
Kitaba adını veren şiiri ben ta yedi-sekiz yıl kadar evvel, ilk kitap çıktıktan hemen sonra yazmıştım. Bu şiir, yeniyazı dergisinin onuncu sayısında da (Mayıs 2011) yayımlanmıştı. “Sonra, Doğdum” şiiri, aslında bu zamana kadarki ontolojik meseleleri(mi) kendi kendime tartıştığım –benim için nispeten– uzun bir şiirdi. Bu anlamıyla kitaptaki en eski şiir. Dolayısıyla bu şiir, 2015’te doğan oğluma ithafen yazılmasa da kitabı ona ithaf ettiğimden, tümüyle onun sayılabilir. Diğer yandan, kitabın içinde doğrudan ona yazılmış “Dünyada İlk Yaz” adlı başka bir şiir var.
İlk kitaptaki “baba” figürü ve ona yönelen öfke bu kitapta biraz geri plana çekilmiş gibi görünüyor.
İnsan yaş kemale erdikçe sorunlarını hem daha iyi ortaya koyuyor hem de bazı konuları kabullenmeyi öğreniyor. İnsanın bir çocuğu olduğunda, benim görebildiğim kadarıyla, kendisi ve oğlu üzerinden babası ile yaşadıklarını yeniden bir teraziye vuruyor demek ki.
Peki, baba olmak, bir çocuğun büyümesine şahitlik etmek ne gibi şeyleri değiştirdi?
Baba olmadan evvel, üç yeğenim sayesinde çocuklarla ve onların büyüme, hayatı algılama meseleleriyle biraz da olsa haşır neşir olma şansım olmuştu. Ama babalık durumu elbette bambaşka. Çok daha değişik ruh hali ve daha yakın bir temas var. Sorumluluk var her şeyden önce.
Diğer taraftan ben çocuklara biraz da korku ve çekingenlikle yaklaşırdım. Hâlâ da biraz öyle gerçi… Çocuklardaki dünya bilgisinin eksikliği, onlara hem müthiş bir bilgelik hem de son derece vahşi ve vicdansız bir yön kazandırabiliyor: Bir tarafta örneğin Küçük Prens duruyorsa, diğer tarafta da Sineklerin Tanrısı var. Bir yanda da Dağlarca’nın şu müthiş dörtlüğü var: “Çocuklar korkunç Allah’ım,/ Elleri, yüzleri, saçları./ Uyurlar bütün gece/ Yok sana ihtiyaçları.”
Baba olmak, insanın hayata bakışına da esaslı bir değişiklik getiriyor. Kendine format atıyorsun. Hayata bir çocuğun gözünden bakmaya başlıyorsun ve aşina olduğun pek çok şey sana artık çok farklı gelmeye başlıyor. Oğlum dünyaya geldikten sonra, arkadaşlarıma şaka yollu şunu söylüyordum: “Baba olunca ontolojik meseleler filan kalmıyor, kafa rahat ediyor.” Bu aslında kısmen de olsa doğru.
“Sonra, Doğdum” şiirindeki kimi dizeler dikkat çekici. Biraz bağlamından koparıyorum belki ama, “doğmak benim için değildi” diyorsun mesela. Yine başka bir yerde; “kundağım ve kefenim aynı kumaştan biçildi” diyorsun. Ölüm gerçeğine bu kadar hazırlıklı mısın gerçekten?
Bu şiir, benim varoluşsal birtakım meseleleri mırıldandığım bir şiir oldu. Bu sayede bazılarını kendi adıma çözme yönünde adım atmış oldum sanırım. Gerçi çoğu da çözümsüz meseleler ama… Ben kötümser bir insanım. Artık bunu kabullendim. Baba olduktan sonra da bu kabullenme biraz daha netlik kazandı. Yirmili yaşlardayken bile kırklı yaşların duygusuyla dolaşırdım ortalıkta. Kırklı yaşlara gelince sanırım epey rahatlamış olacağım. Bir işe başlarken, bir şey olduğunda hep en kötülerini aklıma getiririm. Belki de bizzat benim bu karamsar bakışım yüzünden işlerin çoğu dengesini şaşırır, bilmiyorum. Ama diğer yandan bana ilginç bir rahatlık veya “konfor” diyebileceğim bir ruh dinginliği de sağlıyor. Sadece kötümserlik değil, yanına bir de kabullenme eklenince hakikaten daha dingin bir noktaya doğru gidiyor insan. Ölümün, hastalığın, yoksulluğun kaçınılmaz olduğu bir dünyada bunları kafaya takmamaya da başlıyor insan bir yandan.
Kundak-kefen karşıtlığı veya ilişkisi bana güzel bir imge gibi geliyor. Gelirken ve giderken ilk ve son kez sarılıp sarmalandığımız şey alelade birer kumaş parçası. Buraya gelirken getirebildiğimiz bir şey olmadığı gibi, götürebileceğimiz bir şey de yok. Bu kadar hırsa gerek yok; biraz sakin olalım yani.
Kitabın bölümlerinden birinin adı “Amorfati”. Amor fati “kaderini sev” demek. Bir tür buyruk mu bu? Hayatla pek de barışık olmayan kötümser biri için bu isimlendirmenin duygusunda merhamet mi var yoksa katılık mı? Bir de, bu bölümdeki şiirlerin arka planında Nietzsche’nin herhangi bir rolü oldu mu?
Amor fati, senin de dediğin gibi “kaderini sev” anlamına gelen Latince bir ifade. Benim asıl referans noktam ise burada Nietzsche oldu elbette. Nietzsche bu kavramı kendi felsefesinde sıkça kullanıyor. Bizdeki “kadercilik” anlayışı değil tam olarak. Bizdeki kadercilik anlayışı, geleceğe atıf yapar; Nietzsche’ninki ise daha çok geçmişe ve bugüne atıf yapıyor. Bu daha çok; artık olan oldu, seçemediğimiz birçok şeyle birlikte dünyada yaşıyoruz, hal böyleyken, yakınmayı bırakıp elimizdekini iyi değerlendirelim.
İlk bakışta şöyle bir duygu uyandırabilir: Bu mudur yani! Evet. Sıradan gibi gelebilir. Ama şunu da unutmamak lazım ki Nietzsche elbette bu noktaya kendini kötümserlikle sınaya sınaya ulaştı. Bu bölümün şiirlerindeki Nietzsche payı böyle. Ama Nietzsche kadar, örneğin bir Schopenhauer katkısından da söz etmek mümkün.
Felsefede ve edebiyattaki o “karanlık” damarı seviyorsun yani?
İşin doğrusu, edebiyatla haşır neşir olanların çoğu sever böyle şeyleri. Benim, Schopenhauer ve Nietzsche gibi kendi varlığını sürekli didikleyen, onu hırpalayan ve aynı zamanda bu zaafı ve kötümserliği muazzam bir güce dönüştüren filozoflara ve yazarlara ayrı bir düşkünlüğüm var. Filozoflar böyle; yazarlardan ise mesela Dostoyevski, Édouard Levé, Oğuz Atay, Yusuf Atılgan, Cemil Kavukçu gibiler, bahsettiğim insani zaafları bence en dokunaklı anlatan yazarlar. Burada tabii sadece salt “dokunaklı” biçimde anlatmak değil kastettiğim şey… Bütün bunları anlatmanın yanı sıra, oradaki zafiyetten, karakteristik özellikten çok güçlü ve nevi şahsına münhasır bir figür ortaya koymayı da başarıyorlar.
Devrim-Devlet-İnsan üçlemesinin yine kitabın bu bölümünde (Amorfati) baskın olarak yer aldığını söyleyebiliriz. Bu üçlüde “kapısı dışardan işaretlenen” insan fazla naif ve kırılgan değil mi sence?
Buradaki şiirlerin bütününde distopik bir hikâye anlatmaya çalıştım. Yani aslında birbiriyle sıkı ilişki içinde olan, hikâye akışı anlamında birbirini bütünleyen, birbirini refere eden şiirler var burada. Bir devrim sonrasını anlatıyor.
Genelde hikâyeler devrimle biter…
Evet. Devrim mutlu sondur. Ondan sonrası pek de düşünülmez. Ama işte, son iki yüz yıldır yaşanan devrimlere baktığımızda her şey bir yandan da ortada… Devrim, eski düzene karşı yapılan bir çeşit kalkışma. Yegâne amacı mevcut düzeni ortadan kaldırmak. Yapısı ve doğası itibariyle daha “solcu” bir çağrışımı var bu kelimenin. Ama galiba son otuz-kırk yıl içinde olan devrimler, yıktığı mevcut düzenden daha katı, daha diktatöryal, daha zalim ve daha muhafazakâr bir neticeye ulaştı. İşin komik tarafı, bunun birer “yenilik” olarak yutturulmaya çalışılması durumu var. Bütün köhnemiş, çöp fikirlerin başına bir “yeni” kelimesi getirdiğinde insanlara cilalanmış bir şey olarak yutturabiliyorsun bir süre boyunca.
“Devrim” kelimesinin artık muhafazakârların da literatürüne girmesi ve gün geçtikçe daha büyülü bir hale gelmesinde şunun payı olabilir mi? Devrimden hemen sonra, kısacık bir süre için ortaya çıkan o sükûnet havası, o iktidar boşluğu duygusu gerçekten huzur verici ve büyüleyici. Tipik bir mutlu son duygusu bu.
Bütün bu hikâyede erki kuran da, devrimi yapan da aynı insan. Devrim ne zaman devrim? Devlet ne zaman devlet? İnsan neden kurarken de yıkarken de başarısız?
Dünyada yaşanan birçok devrimde, hemen her yerde bunun kötü örneklerini görüyoruz. Devrilen bir kötünün yerini diğer bir kötülük alıyor. Devrim o yüzden, hep daha sonrası, birkaç adım sonrası düşünülmesi gereken bir eylem gibi geliyor bana. Devrimin gerçekleştiği memlekette, orada yaşayan insanlar da devrim oldu diye pattadanak değişemeyeceğine göre, devrimden hemen sonra da aynı insan ve benzer kurumlar iktidarda olacak. Çünkü devrime zemin hazırlayan ve insanların canına tak eden şeyler, devrimden sonra da bir şekilde kendine hareket alanı açmayı başaracak. İktidar, bir noktadan sonra bir grubun elinden çıkıp başka bir grubun eline geçmiş, zalimler arasında sadece el değiştirmiş zulüm uygulama merkezi olarak görevine devam edecektir. Bunun daha kalıcı hale gelmiş biçimi olan devlet ise bir kötülük ve yıldırma örgütü biçimine dönüşecektir.
Şiirlerinde “ben” dilinin veya “ben” söyleyişinin epey baskın olduğu görülüyor. Ne dersin bunun için?
Bana göre, şiir de edebi diğer türler gibi kurgudur. Fakat en samimi, insanın en kendini gizleyemediği, aşikâr ettiği tür olduğunu da söyleyebiliriz. Üstelik, şiirin birçok türle iç içe girebileceği, türler arasında akrabalık kurabileceği ve deneysel imkânlara en müsait tür olduğunu da düşünüyorum. Şiirin en kudretli taraflarından biri de yazarını metnin içine dahil edebilme becerisinde gizlidir. Yazdığım şiirin otobiyografik bir tarafı var elbette, ama tümüyle de otobiyografik değil. Hiç tanımadığımız insanlara en mahrem duygularımızı sergilerken, aslında bir taraftan da bunları örtmeye çalışmak gibi…
Şiir yazarken benim en temel hareket noktamın öfke olduğunu sanıyorum. Öfke duygusundan yola çıkan bir şiir de ister istemez “ben” düşüncesini çok fazla tekrar eder hale geliyor. Bu “ben” duygusu okuyan nezdinde ne kadar benimseniyor veya itici bulunuyor doğrusu pek bilmiyorum. Ama buradaki “ben” karakteri, elbette sadece “yazar-olan-ben”i kasteden bir şey değil. Öfke, bireysel olduğu zaman daha tahrip edici ve daha ele avuca gelmez bir özelliğe sahip. Bu nedenle “ben”le anlatmak duyguyu da güçlendiriyor.
Dünyaya yabancılık çeken, ona ait hissetmenin yollarını arayan, hem hayatın içinde hem dışında bir insan var gibi şiirlerinde. “böylece her gün biraz daha geri çekiliyorum” diyorsun. Duygun bu mu hayatta?
Sanırım biraz bu. Geride durmak. Geri çekilmek. Karmaşanın içine çok fazla dahil olamamak. Tam olmasa bile, kısmi bir münzevi gibi yaşamak. Aslında hemen hepimizin dertleri gibi geliyor bana: Dünyayla yeterince bağ kuramama, fakat yaşayıp giderken bir yanıyla da ona uyum sağlamaya çalışma durumu. Hayatın içinde bir uyumsuz olarak durmak, biraz çalışılmış “edebi bir tavır” gibi geliyor bana. Çünkü sırf bu noktadan hareket edilirse, dramatik veya ajitatif bir noktaya gidebilir mesele. Ben bu çağrışıma neden olmamak için epey dikkat etmeye çalışıyorum ve “öfke” tonunu biraz ön plana çıkararak bunu aşmaya çalışıyorum.
Konuşmanın başında farklı türlerle de ilgilendiğini söylemiştin, bildiğim kadarıyla roman ve öykü bunlar. Sanki şairler günümüzde uzak duruyor gibi kurgu metinlerden. Ne dersin?
Eğer roman ve öykü gibi kurgu metinler üzerinden düşünürsek, şairlerin bir kısmının şiir dışında bu alanlarda pek kalem oynatmadıkları söylenebilir. Ama bugün şiir dışında roman ve öyküyle de ilgilenen daha fazla şair var gibi geliyor bana. Şairlerin kurgu metinlerle ilgilenme meseleleri biraz öncelikleriyle ilgili olabilir. Şiir, yazar için öncelikliyse ona daha fazla sokuluyor. Bir kısmı da şiirin alıcısının roman ve öyküye oranla çok çok düşük sayıda olduğunu bildiğinden bu türlere yöneliyor. Böylece, kendi okur kitlesini artırma yoluna gitmeye çalışıyor.
Şairlerin kurgu metinlere yönelmelerinde bazen de sıkıntılı durumlar ortaya çıkabiliyor. Görebildiğim kadarıyla, şiir yazanlar yazdıkları düzyazılarda da o “şiirsel söyleyişi” devam ettirdikleri için ortaya koydukları roman veya öykü tam olarak bir kurgu olamayabiliyor. Burada kastettiğim şey, şiirin ve düzyazının bambaşka yazı disiplinleriyle ortaya çıktığı meselesi. Türler arasındaki ayrımın keskin çizgilerle belirlenmesi gerektiğini savunmuyorum elbette, ama yazı masasına otururken ortaya çıkabilecek ürünle alakalı iyi kötü bir niyet de olmalı yazarın zihninde.
Peki, sen ne zaman yöneldin kurguya?
Benim edebiyat hevesim, lise zamanlarında öyküler yazarak başlamıştı. İlk gençlik dönemlerimde yazdığım –ve bazılarını halen iyi bulduğum– bu öykülerin hiçbirini yayımlamadım. Bir de kendimce romana başlamıştım, ama tabii kısa sürede ne kadar çiğ şeyler yazdığımı fark ederek bırakmıştım. Sonra ne olduysa, birden şiir yazmaya başladım. Ve on yılı aşkın bir süre öykü yazmaya ara verdim. Ama bu arada zihnimde çeşitli öykü fikirleri dolanıp duruyordu. Şunu da rahatlıkla söyleyebilirim: Şiirle yoğun olarak ilgilendiğim bu süre boyunca da, ben şiirden çok öykü ve roman okuyordum.
Şu anda yazdıkların ne durumda? Ne zaman yayımlayacaksın onları?
En sonunda dört yıl kadar önce, o zamana kadar yazdığım ettiğim, notlar aldığım, fikir düzeyinde olan bir sürü şeyi kenara koydum ve sıfırdan bir öykü dosyasına başladım. Yedi-sekiz öyküden oluşan bu dosyayı büyük oranda tamamladım gibi. Halen üzerinde çalışıyorum. Bu dosya, elimin altında yarım yamalak biçimde hırpalanıp dururken bir de romana başladım! Bu sıralar romana odaklandığımı söyleyebilirim. Metni hemen hemen yarıladım. Ama benim yazma tempomda ve tembelliğimde bu işin ne zamana biteceğini kesin olarak söylemek zor. Çünkü metin bitse bile, üç-beş arkadaşıma okumaları için göndereceğim ve onların da fikirlerini alacağım. Ama niyetim bu yıl içinde romanı bitirmek. Bakalım.
Yavuz Türk, Kaynak: artfulliving
İZDİHAM