Yukio Mişima, Meleğin Çürüyüşü
Aşağıdaki kapının hafifçe vurulduğunu duydu. Şef, yerine tam oturmayan kapıyı her zaman bir kibrit kutusunu ezer gibi açar, basamakları ayaklarını güm güm yere vurarak tırmanırdı. Gelen o olamazdı.
Toru çabucak sandaletlerini giydi, tahta basamakları indi. Dalgalı camdaki pembemsi karaltıya seslendi ama kapıyı açmadı.
“Henüz çok erken. Altıdan önce gelmez. Akşam yemeğinden sonra tekrar uğrayın.”
“Ya?” Bir an düşünen dalgalı karaltı kapıdan uzaklaştı. “Öyleyse daha sonra gelirim. Onunla konuşacak o kadar çok şeyim var ki.”
“Evet, öyle yapın.”
Toru hiç nedensiz yanında getirdiği güdük kurşunkalemi kulağının arkasına soktu, koşarak yukarı çıktı.
Onu aşağıya çağıran kişiyi çoktan unutmuşçasına, hızla inen akşam kızıllığına baktı.
Güneş bulutların ardında batacaktı ama bu altı otuz üçte olacaktı; daha bir saatten çok vardı. Deniz gri bir renk almaya başlamıştı, bir an görünmez olan İzu Yarımadası yeniden göründü; çevresi mürekkeple çevrilmişçesine bulanıktı.
Seraların arasında, sırtlarında çilekle dolu sepetler taşıyan iki kadın göründü. Bunun dışında görünen tek şey, dövülmemiş bir madene benzeyen denizdi. Tam ikinci telgraf direğinin hizasında, bütün öğleden sonra yerinden kıpırdamamış olan, beş yüz tonluk bir yük gemisi duruyordu. Rıhtım ücreti ödememek için limandan erken ayrılmış, rahatça temizlenebilmek için de demir atmıştı besbelli. Temizliği bitmiş olmalı ki, demir almaya hazırlanıyordu.
Toru, içinde küçük bir lavabo ile gaz ocağının bulunduğu mutfağa gitti, yemeğini ısıttı. O sırada telefon çaldı. Arayan, Liman Denetleme’ydi. Niço-maru’dan, saat dokuzda limanda olacağına ilişkin bir haber almışlardı.
Toru yemeğini bitirince akşam gazetesini açtı. Birden, daha önce gelen kişiyi beklemekte olduğunu algıladı.
Saat yediyi on geçiyordu. Denize gece çökmüştü. Karanlığa yalnızca seraların kırağıdan bir paltoya benzeyen aklığı direniyordu.
Pencereden, hafif motorların çıkardığı homurtu geldi. Yaizu’dan ayrılan balıkçı gemileri sağa, Okitsu’nun sardalya dolu kıyılarına doğru yollanıyorlardı. Yirmi kadar geminin güvertesindeki kırmızı, yeşil ışıklar bir an önce öne geçmek için yarışmaktaydı. Denizin yüzeyine vuran ışıkların titreşmesi, yarı dizel motorların ilkel homurtusuna görsellik katıyordu.
Gece denizi bir süre için bir köy şenliğine dönüştü. Ellerinde fenerler, bir an önce şenliğe katılmak için acele eden köylüler, karanlık bir türbeye doğru ilerliyorlardı sanki. Toru gemilerin aralarında haberleştiklerini biliyordu. Acele ederek, denizin eşiğinden ilk önce geçmeye çalışarak, bereketli bir avı düşleyerek, canlı ve saldırgan, balık kokulu kasları pırıl pırıl, orada, denizin ortasında, telsizlerinin aracılığıyla birbirlerine sesleniyorlardı.
Gemilerin gidişini izleyen sessizlikte, eyalet karayolundan geçen araçların tekdüze vızıltısı duyuldu. Kapı çalındı. Gelen yine Kinue olmalıydı.
Toru aşağıya inip kapıyı açtı.
Pembe bir hırka giymiş olan Kinue, lambanın altında duruyordu. Saçına kocaman, beyaz bir gardenya takmıştı.
“İçeri girsene,” dedi Toru, erkeksi bir zindelikle.
Delikanlıya ancak çok güzel bir kadının yüzünde görülebilecek, zarif bir içtenlikle dolu gülümsemesiyle bakan Kinue, içeri girdi. Yukarıya çıkınca Toru’nun masasının üzerine bir kutu çikolata bıraktı.
“Bunu sana getirdim.”
“Bana karşı öyle iyisin ki.”
Odayı yırtılan selofan kâğıdının hışırtısı kaplamıştı. Toru ince uzun, yaldızlı kutuyu açtı, içinden bir çikolata alıp kıza gülümsedi.
Kızı her zaman çok güzel bir kadın yerine koyardı. Kinue, işaret ışığının arkasına geçip oturdu. Toru da masanın başına. Aralarına önceden saptanmış, özenle ayarlanmış bir uzaklık koyarak, her an basamaklardan aşağı uçmaya hazırmışçasına yerlerini almışlardı.
Toru teleskobun başındayken bütün ışıkları söndürür, odayı bir tek tavandaki floresan lambalar aydınlatırdı. Kinue’nun saçlarındaki gardenya pırıl pırıl parlıyordu. Çiçeğin altındaki çirkinlikse gerçekten görülmeye değerdi.
İnsanın gözünden kaçması olanaksız bir çirkinlikti bu. Doğru zaman ve doğru yerde kendine özgü bir güzelliğe kavuşabilecek, orta karar bir çirkinlikle ya da ruh güzelliğini ele veren bir çirkinlikle karşılaştırılması olanaksız bir çirkinlik. Bu, mutlak çirkinlikti, başka türlü tanımlanamazdı.
Oysa Kinue sürekli güzelliğinden yakınırdı.
“Senin en iyi yanın ne, biliyor musun?” dedi, dizleri görünmesin diye kısa eteğini çekiştirerek. “Sen, beni elde etmeye yeltenmeyen tek erkeksin. Doğru, sen de bir erkeksin, o yüzden sana hiçbir zaman tam güvenemem. Ama bak seni uyarıyorum. Bana kur yapmaya kalkışırsan, bir daha asla buraya gelmem. Bir daha yüzümü göremezsin. Hiçbir zaman, azıcık da olsa bana asılmayacağına söz veriyor musun?”
“Evet, bütün yüreğimle.”
Toru ant içercesine elini kaldırdı. Bu tür konularda Kinue’ya çok içten davranmak zorundaydı.
Bu yemin töreni her şeyden önemliydi. Toru söz verdikten sonra kızın hali tavrı değişti. Rahatladı, gevşedi. Kırılıverecek bir şeymişçesine saçındaki gardenyaya dokundu. Çiçeğin gölgesinde kalan dudakları bir gülücükle kıvrıldı; derin derin içini çekerek konuşmaya başladı.
“Ah, öyle şanssız bir insanım ki, her an ölebilirim. Bir erkek, bir kadın için güzelliğin ne demek olduğunu asla bilemez. Erkeklerin güzelliğe şu kadarcık saygıları yok. Yüzüme bakan her erkeğin aklından rezilce şeyler geçiyor. Hepsi de birer canavar. Bu kadar güzel biri olarak doğmasaydım, belki onlara birazcık saygı besleyebilirdim, Gözü bana değen her erkek bir anda canavarlaşıyor. Bu durumda nasıl saygı duyarım ki onlara? Bir kadının güzelliği onlara hemen en çirkin şeyleri çağrıştırıyor; bir kadın için bundan daha büyük bir işkence olamaz. Artık kente inmek hiç gelmiyor içimden. Yanımdan geçerken yüzüme, salyaları akan bir köpek gibi bakmayan tek erkek yok. Oysa ben sessizce yürümekten başka bir şey yapmıyorum. Karşılaştığım her erkeğin gözleri, onu istiyorum, onu istiyorum, diye haykırıyor. Evet, gözlerindeki anlamı yalnızca bu sözcüklerle açıklayabilirim. Kaldırımda yürüyemez hale geldim.
Az önce otobüste yine biri asıldı. Nefret ediyorum bundan.” Hırkasının cebinden küçük, çiçek desenli bir mendil çıkartıp zarif bir hareketle gözlerine bastırdı.
“Yakışıklı bir delikanlıydı, hemen yanımdaki koltukta oturuyordu. Galiba Tokyoluydu. Dizlerinin üzerine kocaman bir Boston çantası koymuştu, başındaysa siperlikli bir kasket vardı. Yandan bakıldığında biraz… şeyi andırıyordu.” Tanınmış bir şarkıcının adını verdi. “Durmadan bana bakıyordu. İçimden, işte yine başlıyoruz, dedim. Çantası öyle yumuşak ve beyazdı ki, ölü bir tavşana benziyordu. Kimse görmesin diye elini çantanın altına soktu ve parmağını uzatıp bacağıma dokundu. Tam şuraya. Baldırıma yakın bir yere. Şaşkınlıktan donakaldım. İşin en kötü yanı, son derece temiz pak, yakışıklı biri olmasıydı. Bir çığlık atıp ayağa fırladım. Bütün yolcular dönmüş bana bakıyorlardı; yüreğim öyle hızlı çarpıyordu ki, ağzımdan tek sözcük çıkmadı. Kibar bir hanım, neyim olduğunu sordu. Ona, yanımdaki delikanlıdan yakınacaktım. Ama çocuk kıpkırmızı kesilmiş, başını önüne eğmişti, bense çok yufka yürekliyimdir, bilirsin. Olup biteni anlatamadım. Gerçi onu aklamak bana düşmezdi ama oturduğum koltukta bir çivi olduğunu söyledim. Herkes bunun çok tehlikeli bir şey olduğunda birleşti, canları sıkılmış bir halde koltuğuma baktılar. Koltuk yeşil renkti. Biri durumu yetkililere bildirmemi önerdi ama önemi yok, dedim, nasılsa bir sonraki durakta inecektim. Gerçekten de indim. Otobüs yeniden hareket edince baktım, benim koltuk boş. Görebildiğim tek şey, siperliğin altında parlayan siyah saçlardı. İşte böyle. Kimsenin canını yakmadığım için beni kutlamalısın. Olayda incinen tek kişi ben oldum. Buna da memnunum. İşte güzel insanların yazgısı. Dünyadan gelen bütün kötülükleri sineye çek, yaranı gizle ve sırrını açıklamadan öl. Sence güzel, biçimli bir kız melek olma şansına, öteki insanlara oranla en çok sahip olan kişi değil midir? Olanları bir tek sana açtım çünkü sen sır saklamayı bilen bir insansın.
Evet, öylesin. Bunu yalnızca çok güzel bir kadın anlayabilir, bunu erkeğin gözlerinden okur, işte o zaman dünyanın çirkinliği, insanoğlunun gerçek biçimi silinip gider.” Kinue, “güzel” sözcüğünü her kullanışında, gövdesindeki bütün salgıları ağzında biriktiriyor ve sözcükle birlikte dışarıya tükürüyor gibiydi. “Cehennemi uzakta tutan şey, güzel kadınlardır. O bir mıknatıs gibi karşı cinsteki çirkinlikleri çeker, içi kan ağlarken gülümser ve ne yapalım, alın yazısı, der. İşte güzel kadınlar böyledir. Gerçekten çok yazık! Bunun ne büyük bir haksızlık olduğunu kimse bilemez. Böylesi bir şanssızlık salt güzel bir kadının başına gelir, üstelik onun bu duygularına katılan bir tek kişi yoktur yeryüzünde. Ne zaman bir kadın bana, keşke senin kadar güzel olsaydım, dese tüylerim diken diken oluyor. Neler çektiğimi bir bilse. Asla anlayamazlar! Onlar bir mücevherin yalnızlığını bilemezler. Bir pırlantayı parlaması için açgözlülükle sürekli ovaladıkları gibi, beni de pis düşünceleriyle yıkıyorlar. Eğer insanlar güzel olmanın ne demek olduğunu bilselerdi, bütün o güzellik salonları, estetik cerrahları filan iflas ederdi. Güzel olmanın iyi bir şey olduğunu sananlar, güzel olmayanlardır. Yalan mı?”
Toru altı köşeli, yeşil bir kalemi parmaklarının arasında evirip çeviriyordu .
Kinue varlıklı bir toprak sahibinin kızıydı. Sonu kötü biten bir aşk serüveninden sonra tuhaflaşmış ve altı ay bir akıl hastanesinde kalmıştı. Kıza, sayıklamalı bunalım, bunalımlı taşkınlık ya da buna benzer, alışılmadık bir tanı konmuştu. Hastaneden çıktıktan sonra ciddi bir kriz geçirmedi, yalnızca dünyanın en güzel kadını olduğuna inanmaya başladı.
Öyle kuruntularla boğuşuyordu ki, ona sürekli işkence eden aynasını kırdı ve aynaların bulunmadığı bir dünyaya sığındı. Gerçeklik onun için artık yumuşak, seçebileceği bir şey olup çıkmıştı; bu da salt istediği şeyleri görmesi, bunun dışındaki her şeyi yok sayması anlamına geliyordu. İnsanı yönlendiren ilke, çoğu insan için neredeyse mutlak bir felakete uzanan bir ip olabilir; oysa Kinue için bu ipin hiçbir karmaşık ya da tehlikeli yanı yoktu. Eski oyuncağı olan ben-bilincini kaldırıp çöp kutusuna attıktan sonra, kendine olağanüstü bir yaratıcılığı ve karmaşıklığı olan yeni bir oyuncak yapmaya girişmişti; sonunda da bu oyuncağı gereksinimlerini kusursuzcasına karşılayan bir şeye dönüştürmüş, onu yapay bir yürek gibi işletmeyi başarmıştı. Oyuncağı biçimlendirmeyi bitirdiğinde Kinue mutlak bir mutluluğa ya da kendi deyimiyle kusursuz bir mutsuzluğa erişmişti.
Geçmişte yediği darbenin kökeninde, büyük bir olasılıkla çirkinliğini yüzüne vuran bir erkek yatıyordu. Kinue o anda, yolunu aydınlatan ışığın söndüğünü, önünde yalnızca pisliğin uzandığını görmüştü. Madem görünüşünü değiştiremiyordu, o zaman dünyayı değiştirecekti. İçindeki gizli estetik cerrahını işe koştu ve her şeyi tersine çevirdi; böylece çirkin, kül renkli bir kabuğun içinden ışıl ışıl bir inci çıktı.
Kinue çevresi kuşatılmış, bir kaçış yolu bulmaya çalışan bir asker gibi dünyayla arasında temel, ancak ele geçmez bir bağlantı olduğunu ayrımsamıştı. Dayanak noktası bu olduğu için de, dünyaya baş aşağı bakmaya başladı. Devrimlerin en olağandışısıydı bu. Kinue, eşi bulunmaz bir ustalıkla şanssızlığını en çok sahip olmak istediği şeye dönüştürmeyi başarmıştı.
Sigarayı yaşına hiç yakışmayan bir cakayla tutan Toru geriye yaslandı, mavi kot pantolonlu, uzun bacaklarını uzattı. Kızın ardı kesilmeyen gevezelikleri her zamanki gibi basmakalıptı ama Toru sıkıldığını hiç belli etmedi. Kinue dinleyicilerine karşı çok duyarlıydı.
Toru komşuların yaptığı gibi kızla hiç alay etmezdi. Kızın onu sık sık ziyaret etmesinin nedeni de buydu zaten. Toru kendinden beş yaş büyük olan bu deli, çirkin kadınla ortak bir yönleri olduğuna inanıyordu: aykırılık. Dünyayı olduğu gibi kabullenmeyi reddeden insanlardan hoşlanırdı.
Birini deliliğin, ötekini ise bilinçliliğin koruduğu iki yüreğin katılığı, daha doğrusu katılık dereceleri aynıysa, birbirlerine ne kadar sürtünürse sürtünsünler, yaralanmaktan korkmalarına gerek yoktur. Tensel sürtünmelerden çekinmeleri gereksizdir. Kinue artık silahlarını bırakmıştı. Toru iskemlesini gıcırdatarak ayağa kalkıp ona doğru geniş adımlarla ilerleyince, kız bir çığlık atıp kapıya doğru koştu.
Toru hızla teleskobun başına geçti. Gözünü merceğe yapıştırdı, bir elini arkasına doğru salladı.
“Yapılacak işlerim var. Hadi sen git artık.”
“Özür dilerim. Düşüncesizce davrandım. Senin öteki erkekler gibi olmadığını biliyorum ama beni gafil avladın. Başıma öyle çirkin şeyler geldi ki, ansızın doğrulan bir erkek görünce, aynı şeyler olacak diye korkuyorum. Sürekli korku içinde yaşamak ne demektir anlarsın.”
“Zararı yok. Hadi eve git. İşim var.”
“Gideceğim. Ama…”
“Ne var?” Gözleri hâlâ teleskoptaydı; kızın merdivenin başında durakladığını hissetti.
“Sana… sana büyük bir saygı besliyorum, Toru. Neyse, hoşça kal.”
“Güle güle.”
Önce ayak seslerini, sonra da kapının kapandığını duydu. Teleskobun merceğinden bir ışığı izliyordu.
Kinue’yu dinlerken gözünü camdan ayırmamış ve bir işaret verildiğini görmüştü. Havanın bulutlu olmasına karşın, İzu tepelerinin batı kıyısı boyunca bir çakıp bir sönen ışıklar görünüyordu; karanlıkta bir kıvılcım çakmışçasına parlayan belirsiz, kuşkulu bir işaret bir geminin balıkçı gemilerini yararak yaklaştığını gösteriyordu.
Niço-maru’nun gelmesine bir saate yakın zaman vardı. Ama insan gemilerin sözlerinde kesinkes duracaklarını sanmamalı.
Bir geminin ışıkları teleskobun yuvarlağında, o belirsizliğin ortasında bir böcek gibi sürünerek ilerliyordu. Işık kümesi ikiye bölündü. Gemi yön değiştirmiş, baş ve kıç ışıkları birbirinden ayrılmıştı. Köprüdeki ışıklara bakılırsa birkaç yüz tonluk bir balıkçı gemisi olmadığı bu uzaklıktan bile anlaşılıyordu. Dört bin iki yüz tonluk Niço-maru olmalıydı. Toru’nun gözleri bir geminin ağırlığını ta buradan saptayacak kadar keskinleşmişti.
Teleskobun izlediği ışıklar İzu’nun ötesindeki ve balıkçı gemilerindeki ışıklardan uzaklaştı, denizde büyük bir güvenle ilerlemeye koyuldu.
Gemi ışıl ışıl yanan bir ölüm gibi, köprü ışıklarını suya yansıtarak gelmişti. Toru gece karanlığında gemiyi, hangi limana ait olduğunu belirten yazıyı, kıç ve güvertesini aydınlatan ışıkları gördüğü, bir yük gemisinin o kendine has biçimini seçtiği anda, haberleşme lambasının başına geçmişti bile. Işığı eliyle ayarladı. Sinyalleri çok hızlı verirse, gemi anlamakta zorlanabilirdi; sinyallerin ışığını çok bol tuttuğu sürece de, binanın güneydoğusundaki sütun bunların bir bölümünü kapatabilirdi. Ayrıca sinyalleri okumanın ve yanıtlamanın ne kadar zaman alacağını önceden kestirmek güçtü; dolayısıyla zamanlama çok önemliydi.
Toru şalteri açtı. Eski işaret lambasından cılız bir ışık süzüldü. Lambanın üzerinde bir kurbağanın gözlerine benzeyen, bir çift mercek vardı. Gemi karanlık gecede, yuvarlak bir boşluğun üzerinde kayıyordu.
Toru dikkati çekmek için aynı işareti üç kez yineledi: Nokta-nokta-nokta-çizgi-nokta. Üç nokta-çizgi-nokta. Üç nokta-çizgi-nokta.[1]
Yanıt gelmedi.
Sinyali üç kez daha gönderdi.
Bir çizgi. Köprünün yan tarafından gelen bir sızıntı gibiydi.
Uzaklardaki işaret lambasının önündeki panjurlann direncini duyumsayabiliyordu.
“Adınız?”
Nokta-çizgi-çizgi-nokta, nokta-çizgi-nokta-çizgi-nokta, çizgi-nokta-nokta-nokta-çizgi, nokta-çizgi, çizgi-nokta-nokta-nokta.
İlk çizgiden sonra geminin adı bir hayalet gibi belirdi.
Çizgi-nokta-çizgi-nokta, nokta-çizgi-çizgi-nokta, nokta-nokta-çizgi-nokta, çizgi-çizgi, nokta-nokta-çizgi, çizgi-nokta-nokta-çizgi, çizgi-nokta-çizgi-çizgi-nokta.
Gemi kesinlikle Niço-maru’du.
Uzunlu kısalı ışıklarda yabanıl bir devingenlik vardı, tıpkı sabit ışıklardan oluşan bir kümenin içinde, sevinçten çılgına dönmüş tek bir ışık noktası gibiydi. Karanlık denizin karşısından haykıran ama üzgün olmayan, madeni bir ses; sevinçle inleyen bir çığlık. Yalnızca bir geminin adını bildiriyordu; ama ışığın sonsuzcasına altüst olmuş tınısı aynı zamanda her şeyiyle, çok heyecanlanmış bir nabzın düzensizliğini dışa vuruyordu.
Sinyalleri veren kişi büyük olasılıkla, nöbetteki ikinci kaptandı. Toru bu sinyallerde, evine dönen kaptanın içinden neler geçtiğini duyumsayabiliyordu. Beyaz boya kokusuyla, pirinç göstergelerin ve dümenin pırıltısıyla dolu o ıssız odanın havasında, uzun yolculuğun yorgunluğu, güney güneşi hâlâ asılıydı. Yellerden, taşıdığı yükten bitkin düşmüş bir gemi yuvaya dönüyor. Erkeksi bir bitkinlikle dolu bir işbilirlilik. Eğitilmiş bir çeviklik; yuvaya dönen, gözleri kızarmış insanın yorgunluğu. Karanlık denizin iki ucundaki iki aydınlık, iki ıssız oda birbirine bakıyor. İletişim kurulunca, karanlıktaki bir başka canlının varlığı hayali bir ışık misali denizin ortasında beliriyor.
Açıkta demir atacak, sabah olunca limana girecekti. Karantina saat beşte kapanıyordu, sabah yediden önce açılmazdı. Toru, gemi üçüncü telgraf direğinin önünden geçinceye kadar bekledi. Daha sonra sorulduğunda, saati bildirmesi gerekecekti.
Kendi kendine, “Yabancı limanlardan gelenler daima erken gelir,” dedi. Bazen kendi kendine konuşurdu.
Saat dokuza geliyordu. Rüzgâr kesilmişti, deniz sakindi.
Saat onda birden bastıran uykuyu dağıtmak, biraz hava almak için dışarıya çıktı.
Otoyoldaki trafik hâlâ yoğundu. Şimizu Limanı’nın kuzeydoğusunda kalan ışıklar sinirli sinirli kırpışıyordu. Havanın duru olduğu günlerde batan güneşi yutan Udo Dağı, şimdi kapkara bir kütleydi. H. Tersanesi’nin yatakhanesinden sarhoş şarkıları geliyordu.
Toru yeniden içeri girdi, radyoyu açıp hava raporunu dinledi. Yağmur bekleniyordu, deniz dalgalı, görüş mesafesi ise kısa olacaktı. Sonra haberlere kulak verdi. Kamboçya’daki Amerikan güçleri, Özgürlük Cephesi’ndeki üsleri, levazım depolarını ve hastaneleri ekim ayına kadar kapatma kararı almıştı.
On otuz.
Görüş alanı hâlâ dardı; İzu’nun ışıkları görünmez olmuştu. Mehtaplı, aydınlık bir geceden çok daha iyi böylesi, diye düşündü Toru, uykulu. Suya vuran ay ışığı yüzünden gemilerin ışıklarını seçmek güçleşirdi.
Çalar saati bir buçuğa ayarladıktan sonra, portatif yatağa uzandı.
Yukio Mişima
İZDİHAM