12 Mart 2016

Zeliha Yurdaer, Michelangelo Antonioni-Böyle Buyurdu İnsan

ile izdiham

Yaşamakla aynı şeydi onun için film. Zeliha Yurdaer Antonioni’yi yazdı.

 

Yirminci yüzyıl insanı, koyacak bir yer bulamadığı benliğinin acısına çare olarak çoğu zaman sanata, bilhassa da sinemaya sarılmıştır. Çünkü değişen yaşam, insanın yalnızlığını arttırırken, kendini ifade edeceği, kısa bir an dahi olsa hayatındaki derin boşluğa kaybettiği anlamları yükleyebileceği bir sahneydi sinema.

Yirminci yüzyıl sinema sanatının yetiştirdiği en büyük “yalnız”lardan biri olan 1912 İtalya doğumlu Michelangelo Antonioni, senaryo yazarlığıyla başladığı sinema kariyerini 1960’larda çektiği yalnızlık üçlemesi L’avventura ( Macera -1960), La-Notte ( Gece-1961) ve L’eclisse ( Batan Güneş-1962) filmleriyle zirveye taşıdı. 1966 yılında ilk İngilizce filmi Blow-Up ( Cinayeti Gördüm) ile dünya çapında aldığı ödüllerle başarısını katladı. 2007 yılında yaşama veda ettiğinde, yaşamın anlamına varmıştı. Çünkü onun için film çevirmek demek yaşamak demekti.

Antonioni’nin iletişime geçemediği dünyada, insanlar arasında, içindeki karmaşayı dinginleştirip, hayatını anlamlandırmaya çalıştığı sinemasını iki filmiyle incelemeye çalışacağız.

L’ECLİSSE – BATAN GÜNEŞ – 1962

Antonioni’nin yalnızlık üçlemesinin son filmi olan L’eclisse, İngilizce’ye  Batan Güneş olarak çevrilse de “düşüş” anlamını da taşımaktadır. II.Dünya Savaşı sonrası oluşması muhtemel ekonomik sıkıntıyı azaltmak için şiddetli bir şekilde halkı tüketime özendirme çabasının meyvelerini verdiği, insanların modernitenin nimetleri arasında yalnızlığa gömüldüğü bir dönemde, Roma’da birkaç zengin yalnız arasında geçen hikayede başrolleri Monica Vitti ve Alain Delon paylaşıyor. Vittoria ( Monica Vitti ) sevgilisi Riccardo(Francisco Rabal)dan ayrılır ve yalnızlığını hissetmemek için bir borsacı çapkın olan Piero(Alain Delon) ya sarılır. Antonioni’nin “insanların değil, duyguların ya da duygusuzluğun hikayesi” olarak tanımladığı Batan Güneş, filmin başından itibaren kişilerden çok, onların yalnızlığını ortaya seren, içlerinde kendilerini yitirdikleri eşya üzerinde seyreder.

Vittoria ve Ricardo’nun ayrılık sahnesiyle başlayan film, Vittoria’nın karmaşık ve dalgın bir şekilde annesini ziyarete gidişiyle devam eder. Devasa Roma binaları arasından geçen Vittoria, etrafını saran bu eşya içinde yapayalnızdır. Kendisini çarçabuk bir aşkın kollarına atması, ve her fırsatta kendini Piero’yu sevdiğine inandırmaya çalışması iki insan arasında iletişime yeterli olmayan “anlık” aşkı açığa çıkarmaktadır. Kadının yalnızlığı, filmin başında başucunda bir abajur ve kitaplık görüntüsüyle başlar. Filmin sonuna kadar sessizlik ve nesneler insanların hareketlerinin önüne geçmektedir. Antonioni, birçok filminde olduğu gibi Batan Güneş’te de insanın kendini içinde hissettiği hiçlik duygusunu, kendi kendine yarattığı eşyalarla dolu modern karmaşa içindeki kendini arayışını sessizce anlatır.

Vittoria, dünyasındaki karmaşada duyguların da anlamsızlaştığını arkadaşı Marta’ya sarfettiği “ burada her şey ne kadar da karışık, aşk bile!” sözleriyle ifade etmektedir. Vittoria’nın  duyguları o kadar yavan bir hale gelmiştir ki, Piero ile başlayan ilişkileri kuru bir erotizmden başka bir yere varamamıştır. Brunette’nin ifadesiyle Vittoria ve Piero’yu birbirine bağlayan tek şey, gerçekliğine bile inanmadıkları cinsellikten başka bir şey değildir. Belki de modernizmle birlikte insan kendi duygularının da katlini gerçekleştirmiş, insana en yakın olması gerek kişiyle bile boşluktan başka paylaşacak bir şeyi kalmamıştır.

BLOW-UP – CİNAYETİ GÖRDÜM- 1966

Antonio’nin Arjantinli yazar Julio Cortazar’ın hikayesinden filme aktardığı Blow-Up – Cinayeti Gördüm filminde ; altmışlı yıllarda Londra’da zengin ve ünlü bir fotoğrafçı olan Thomas’ın ( David Hemmings) fotoğraf çekerken tesadüfen tanık olduğu bir cinayeti işlemektedir. Fotoğrafı büyütme anlamına gelen “blow-up” kelimesine ithafen, Thomas, cinayeti, fotoğrafları kendisinden ısrarla almak isteyen kadından şüphelenmesi üzerine defalarca büyütmesi sonucu ortaya çıkarmıştır. Bundan sonra Thomas, cesedi bulacak ve katili bulmaya çalışacaksa da seyirci hiçbir zaman cesede ne olduğunu katilin ortaya çıkıp çıkmadığını öğrenemeyecektir.

Antonioni’nin  “Londra’nın başkaları için değil, benim için ne renk olduğuna karar verdim” dediği Blow-Up’ta, renklerle kasıtlı olarak oynanmıştır. Thomas’ın renksiz başladığı macerası tehlike çanlarının sesini duyuran kırmızıya dönüşmekte, filmin nihayetinde olayların netleşmesiyle tekrar siyah beyaz tezadına dönülmektedir. L’eclisse’de olduğu gibi Blow-Up’ta da kahramanlar daima yalnız ve mutsuz, eşya arasında yitip gitmektedir. Yirminci yüzyılın kentsoylu yalnızları kendilerini sorgulamaktan aciz bir şekilde karşısındaki insanların bencilliği ve kötülüğünü eleştirmektedir. Thomas ne kadar başarılı olursa olsun mutsuzdur. Çünkü hayatının merkezine koyacağı hiçbir şey bulamamakta, mesleğindeki her şeyi, herkesi cansız bir eşya olarak görmektedir. Bu renksiz dünyasında tanık olduğu cinayetin izini sürerken de dürbünü kendi kalbine değil başkalarına yönelttiği için mutsuz kalmaya devam etmiştir.

ANTONİONİ VE KAOS

“Sinema, insanlığın gerçeği daha geniş bir şekilde benimsemesi ihtiyacına bir cevap ve teknoloji çağının bir aracı olarak doğmuştur” diyen Tarkovsky’nin düşüncelerinin paralelinde Antonioni, sinemayı doğuran yirminci yüzyılın kaotik ortamında, içinde duyduğu yalnızlığın ve insanlarla arasındaki iletişimsizliğin bir sonucu olarak kendisini sinemasıyla ifade etti. Sinemasında renkleri, insanın ruh dünyasına ve yaşadığı hareketliliğe göre ustaca kullanan Antonioni, kamerasında sesi mümkün olduğunca az kullandı. Hatta bazen seyircinin özellikle bu sessizlikte durmasını istedi. Karakterlerin hareketlerini ve seslerini dondurdu ve izleyicinin dikkatini dağıtmayacak bir müzik eşliğinde zamanı durdurarak seyircinin olaylardan soyutlanıp kendini dinlemesini istedi.

İnsanın yabancılaşmasını ele alan Antonioni, bu yabancılığı sık sık kullandığı parçalı anlatım tekniğiyle mükemmel bir şekilde yansıtmıştır. Hatta bazen olaylar arasında bağlantısızlık var gibi de hissedilmektedir. Antonioni bu anlatımıyla adeta, insanın kendi içinde var edemediği bütünselliğin eksikliğini hissettirmektedir. Antonioni’nin özellikle yalnızlık üçlemesinde izlediğimiz parçalı anlatım, belirsizlik ve kesiklik duygusu, insanın içinde var olduğu paradoks, mümkün olduğunca az tuttuğu olaylar ile insanın yabancılaştığı çağdaş yaşamın insanı nasıl bir meta haline getirdiği izleyiciye hissettirmektedir.

Bu yabancılık Batan Güneş’te elle tutulur gözle görülür bir şekilde hissedilecek kadar somutlaşmıştır. Josef K.’nın devlet kurumlarında dolaşırken, oturur kalkarken hissettirilen boşluk ve anlamsızlık hissini anımsatan bir dışarıda kalmışlık duygusu, ya da Gregor Samsa’nın odasının kapısından dehşetle izlediği ailesinin umursamazlığı, dünyayı çirkin vücudundan izlediği yalnızlık ve yabancılık hissi…

Michelangelo Antonioni…

Hayatın anlamını bulduğu sinemasıyla izleyiciye kamera merceğinden kendi gerçekliğine bakma fırsatı vermiş bir kurgu ustası. Oyuncularına bile senaryodan sete gelene kadar bahsetmeyen, oynamalarını değil anı yaşamalarını isteyen yönetmen, izleyiciye de hiçbir şeyi dikte etmeden tüm sadeliğiyle yabancılığını sorgulatabilmiştir. İnsan aklıyla her şeyi yenmiş kendisine olağanüstü bir dünya yaratmıştır ama insan aklı bu kaosta yenilmiş, kendini tanıma erdemini kaybetmiştir. Faust’un sarhoşluğu içinde ruhunu maddi refaha satmıştır.

Antonioni her  ne kadar bir şey anlatma çabasında olmasa da ben onun kamerasından, insanın geleceğine dair korku dolu bir sorgulama içine girdim.

Sartre’nin dediği gibi Zerdüşt’ün Tanrı’yı öldürmesiyle tanrılaşan insan kendini öldürmeye doğru gidiyor mu?

 

 

 

Zeliha Yurdaer

İzdiham