Hikâyenin insanı çağıran, insanı bir yanından yakalayan bir büyüsü vardır. Şiirin dünyasına giremeyen birçok kalp için hikâye, uçsuz bucaksız bir davet sunan güzellikler diyarıdır. Hikâyede insanı kendine çağıran bu ses, bir gizemli dünyanın kapısını da aralar. Hikâyenin, kuruluş olarak gerçeğe yaslı bir yanının olması hem kabullenişlik açısından hem de okuyucunun kendinden bir şeyler bulması açısından kabul edilirlik oranı her zaman yüksekte olmuştur. Sözlü edebiyat döneminin halk hikâyelerinden tutun da günümüzün modern hikâyelerine kadar her dönem hikâyenin büyüsünden nasibini almıştır.
Okunduğunda kendini en yerli hissettiren hikâyeler olarak ben Mustafa Kutlu’nun eserlerini görürüm. Eserlerinin bütününden tutun da nerdeyse her cümlesinde “biz”den bir şeyler bulmak mümkündür. Bu toprakların hikâyesini yazan Kutlu, artık bir noktadan sonra okuyucusunu bir modern çağ mürşidi gibi ardına takmakta ve onları mürit olma yolunda gizemli bir dünyaya çağırmaktadır. Hikâyesindeki müritten farklı olarak onun okuyucuları yıllar var ki hiçbir irkilme geçirmeden aynı tutkuyla onun yazdıklarını okumaktalar.
Mustafa Kutlu’yu tanımam “Mürit” ile olmuştu. Bir rüya tabiri gibi okuduğum bu hikâyeden sonra artık ben de iyi bir Mustafa Kutlu okuyucusu olma yolunda ilerlemek için soluk soluğa onun hikâye dünyasına süzüldüm.
Dönüp dönüp okuduğum “Bu Böyledir” den sonra uzun süre başımdaki dönmeden kendime gelemediğimi hatırlıyorum. Hayatın karmaşası içinde savrulup duranlar, artık kocaman bir lunaparka dönmüş hayatlarında sıkışıp hatta kaybolup gidenler ve “araf”takiler. “Bu Böyledir”in içinde kaybolurken hep karşıma çıkan kocaman bir “hiç” yakamı bırakmamıştı. Zaten şu dünya hayatı da kocaman bir “hiç”ten ibaret değil miydi?
Mustafa Kutlu’nun işaret ettiği bir dünya vardır ve aslında bu dünya çok da uzakta değildir. Adres çoğu zaman aynıdır; herkesin içinde çırpınıp duran “kalp.” “Yokuşa Akan Sular”ın gideceği yer de aynıdır Uzun Hikâye”sini yaşayanların bahtsızlığı da aynı yerdedir. Çünkü biz ne yaparsak yapalım unutmamamız gereken bir gerçek vardır ki o da “Yoksulluk İçimizde”dir.
Mustafa Kutlu’nun özellikle Uzun Hikâye ile başlayan hikâyeleri de okuyucuları nazarında adeta âb-ı hayat sunulmuş bir yürek serinliği etkisi yapmıştır. Daha çok olay örgüsünün yer aldığı, yerli olan her şeyden beslenen bu hikâyeler okuyucunun yaşadığı hikâyelerinin bir hal tercümesi olmuştur.
Beyhude Ömrüm’ün binbir çiçek kokan satırları, Cheff’in yaşadığı hayat travmasının sanki bir köşeden çıkacak kadar tanıdık olması, Mavi Kuş’un toprak yollarda toz duman ilerlerken her an yolumuza çıkacakmış gibi bir heyecanın yaşanması, zamansız gelen bir tufanın nasıl olup da her şeyin alt üst edebileceği, şehrin kalbine kurulan bir pazaryerinin rüzgârının ne hayatları savurduğu ve yüreğimizin daraldığı bir anda dilimizden dökülecek son sözün Ya Tahammül Ya Sefer olduğu ve daha nice yaşamlar nice özel hayatlar bizlere hep Mustafa Kutlu sayesinde konuk olmuştur.
Mustafa Kutlu’nun hikâyelerini okurken içli bir türkünün bize eşlik ettiğine şahit oluruz. Anadolu’nun bir köşesinden tutun da kalabalık şehirlerin varoşlarına kadar ulaşan bu içli ses bütün hikâye boyunca bizi yalnız bırakmaz. Bazen bir minibüs içinde bazen bir inşaatın üst katlarında bazen de unutulup bir kenarda kalmış bir devlet dairesinin otantik odasında sizi karşılayan bu ezgi aslında yaşadığımız topraklardan beslenen bir iç geçirmeden başka bir şey değildir.
Öykü mü hikâye mi gibi gereksiz tartışmaların gölgesinde Mustafa Kutlu’nun yazdıkları bizden ve bizim içimizden hikâyeler olarak yolumuza çıkmaya devam ediyor. Artık beşinci mevsim gibi her zaman aynı günlerde bizlere konuk olan bu hikâyeleri okudukça nasıl bir uzun hikâyenin bizi kuşattığına şahit oluyoruz. Bir tufanı yaşamamızın an meselesi olduğu zamanlar da bile Tufandan Önce yapılacaklar arasında ilk sıraya oturtulacak olan bu hikâyelerin bize işaret ettiği “Sır” aslında çok yakınımızdadır. Yeter ki insan kalbine dokunmasını bilsin.
Zeynep Delav
İzdiham