Yürüyordu. Yürümek, yıllardır yaptığı en anlamdı eylemdi. Bazen kalbinde yanan ateşin harından, bazen iliklerine işleyen ayazdan, bazen kederden, bazen mutluluktan ama en çok da çaresizlikten yürüyordu. Gönlüne, kaderine, zamana ve şartlara söz geçiremeyince, acısını ayaklarından çıkarıyordu. Ayaklarına sözü geçerdi. Çoklarına göre küçücük sayılan otuz altı numara ayakları nice ağır yükü çekmiş, en onulmaz zamanlarda efkârı yüklenip saatler boyu onu gezdirmişti. Yürüdükçe dinerdi sızısı. Yangın yerinin dumanı tüter, ayazlar ılımaya başlar, kederi dağılır, neşesi olgunlaşırdı. İlk gençliğinden bu yana ömrüne yayılan o derin yaranın da tek merhemi yürümekti. Yürüdü…
Kulağında Erkan Oğur, gün batımının insanda uyandırdığı garip hüznün lezzetiyle bir türkü söylüyordu:
“Çok hasretlik çektim bağrım eziktir…”
Yola baktı. Yola çıktığından beri, yürümeyi –aslında hep daha güzel düşmeyi- öğrendiğinden beri yanından ayrılmayan o bir çift göz yine önündeydi. Bir çift göz deyip geçmemek gerek. Bazen o bir çift göz, insanın ruhunu köz eder de; gören olmaz.
Göz, köz ve öz diye düşündü adımlarını biraz yumuşatarak. Ola ki bal rengi gözlerin sahibi inciniverirdi hızla ve hışımla attığı adımlardan. Çünkü yola sitem, yoldaşa sitem demekti. Yola rıza, yoldaşa rızadandı. Haklıydı büyükler; insana önce yoldaş, sonra yol gerekti.
Henüz yola çıkmadan, adım atmayı öğrenmeden dost olmuştu gözlerin sahibiyle. Çocuktu. Gurbetteydi. Kime kızsa O’na anlatır, kime küsse O’na sığınırdı. Çocuktu ya, yine de gururundan hiç kimseciklerin yanında ağlamaz, varır onun karşısında dökerdi incilerini. O, her defasında merhametten bir kale inşa eder, mütebessim bir hâlde bağrına basardı geleni. Bir kez onun korumasına girmişseniz, artık hiçbir şeyden korkmazdınız. Tüm bunları sadece gözleriyle yapardı. Yanına varanı asla geri çevirmeyen, kendisine bir defa bakanı derinliğinde eriten, şairin; “merhametin ta kendisiydi” diye tarif ettiği bal rengi gözleriyle… Vatan olurdu O bir anda tüm gurbetlere. Şifa olurdu bütün zahiri ve batınî illetlere.
Hatırladı. Yıllar önce ağlayarak anlattığı şeyleri bugün aynı gözlerin karşısında, gülümseyerek hatırladı. Belki de günü geldiğinde şimdi anlattıklarına da gülecekti ama olsun. O, bir kere bile “Boş ver bunları, ağlamaya değmez!” dememişti. Ne zaman soluğu yanında alsa; güneş gibi bir tebessümle kucaklamış, ne anlattıysa ihtimamla dinlemiş, bitirdiğindeyse usulca teselli etmişti. Tek kelime etmeden, gözleriyle dindirmişti ağrılarını. Aşk ile bakanı uçsuz bucaksız denizlere sürükleyen fakat bunu hiçbir korkuya mahal vermeden yapabilen bal rengi gözleriyle. Bir tek fotoğraf karesinden yüzlerce, binlerce, milyonlarca ömre dolacak kadar çoğalmış, nazarıyla nice harabeleri imar etmişti.
Kulağından girip kalbine dolan; “Kıblem sensin, yüzüm sana dönerim” sesiyle kendine geldi. Bir çift gözün yoldaşlığıyla saatlerdir yürüdüğünü, ayak tabanlarının ağrısını ve kulağındaki türküyü fark etti.
Başını kaldırıp karşıya baktı. Ufukta, güneşin giderken son kez göründüğü yerde, mübarek bir kızıllığın içinde gördü bu defa onun gözlerini. Kulağında türkü devam etti:
“Mihrabımdır kaşlarının arası
Efendim efendim benim efendim
Benim bu derdime derman efendim”
Zeynep Ferhan Yılmaz
İZDİHAM