Zeynep Ferhan Yılmaz, Makasın Kesemediği
Bir eylül günüydü. Aynada gördüğüm o sapsarı benzi, çökmüş gözleri ve buza kesen donuk simayı hiç unutmuyorum. Ona bakıp; “Sen gerçekten ben misin?” diye sormuştum. Cevap vermedi. Zira söyleyecek hiçbir şeyi kalmamış, susmak da kendisine birkaç beden büyük gelmiş, derdinden içi çürümüş, adeta yaşarken ölmüş gibiydi. Onun bu hâline ayna bile acıyıp ağlamıştı sanki. Su lekeleriyle doluydu. Bir süre öylece izledim aynadaki çaresizliğimi. Sonra lekelerden birine kaydı gözüm…
Sekiz yaşındaydım. Annemden çok ablam ilgilenirdi benimle. Gönül dünyamı çeyiz düzer gibi itinayla düzenlemiş, ruhumda narin ellerinin imarından geçmedik tek bir nokta bırakmamıştı. Aramızdaki bu yakınlık, o yaşlarda onun dilinden çokça işittiğim efsunlu bir kelimeye de merak salmama sebep olmuştu. Aşkın ne olduğunu tam olarak bilmiyordum fakat ablamın yüzünde parlayan, sonra sönen ve onu da söndüren illetli bir şeydi aşk, çocuk gözümde.
Bir rüyadan uyanır gibi geçmişten sıyrılıp banyo dolabının sağ kapağını açtım. Yıllardır içine ıvır zıvır koymak için kullandığımız, ne kutusu olduğunu tam olarak hatırlamadığım o emektar kutuda duran fıstık yeşili tarağıma uzandım. Annem ufak tefek eşyayı değerlendirmekte pek mahirdir. Kolay kolay hiçbir şeyi atmaz. Parça kumaşlar, içi boşalan kaplar, kavanozlar… Hepsinden bir şekilde istifade eder. Ah anacığım ah! Eşyayı tasarruf ettiğin gibi sarıp saklayabilseydin bizleri de, şimdi ablam mezarda, ben de yenilgilerimi toplayıp geldiğim bu yerde olmayacaktım. Sarıya çalan açık kahve saçlarımın bağını çözdüm. Bir yandan saçlarımı tarıyor, bir yandan da aynadaki görüntümü takip ediyordum. Titreyen ellerime, avucumdaki buklelere ve çocukluğumun hirası ablama ağlasam, iyileşir miydi bu aşk denen kelime?
Ablam gelin olacaktı ama yüzünde mevsim güzdü. Mutsuz bir insanla aynı mekânı paylaşmanın ağırlığını bilir misiniz? Geceleri tavanda biriken hıçkırıklara şahit olup da bir şey yapamamanın acizliğini… Ben, çocukken öğrendiğim bu sancıyı bir daha hiç unutmadım. Ablamı da öyle. Evet, sekiz yaşındaydım. Ve dünya nasıl bir yerdi, anlayamıyordum. Ablam şu adamla evlenmek istemiyorsa neden söylemiyordu ki? Hem ona bakınca, gözlerine, bahçedeki günebakanların güneşteki parıltısına benzer bir parıltı düşen Adem abi varken, niye bu beyaz saçlı, sevimsiz herifle evlensin? Gel gör ki; kimse işin bu tarafıyla ilgilenmiyor gibiydi. Ben ablamın, Adem abinin, günebakan parıltısının tek şahidiydim ve çaresizdim.
Sonra bugüne, aynadaki çaresizliğime döndüm yeniden. Kimseciklerin haberi yoktu içine düştüğüm yangından. Yıllar geçmiş ama bir şey değişmemişti. Yine kimse ilgilenmiyordu işin bu tarafıyla. Benim tek şahidim de her teline bir duamı iliştirdiğim, güzel günlerin hayaliyle büyüttüğüm, belime kadar uzanan saçlarımdı. Biricik sermayemi, onun harama bulaşmamış dokunuşunun avuntusuyla saklayacak kadar çok sevmiştim. Belki de şöyle demeliyim; ablam kadar çok.
Düğün günüydü. Babam kapının önünde gelen misafirleri karşılıyor, annem de mutfakta son hazırlıkları yapıyordu. Bana seslendi sonra; “Saliha, ablana söyle acele etsin, misafirlerin çoğu geldi.” Ablam hazırlanmak için odaya geçmiş, kapıyı kilitlemişti. İçerden hiç ses gelmiyordu. İki defa tıklattım, yine ses yok. Sonra evin içinde gezinen, kim olduklarını bile bilmediğim kadınlar duymasın diye ağzımı anahtar deliğine iyice yaklaştırarak söyledim: “Abla, acele et, geldiler.”
Şimdi de kilitli kapılar ardında, kendisiyle ve sevdasıyla yüzleşen bendim. Bana kimse acele etmemi söylemiyordu. Yetişecek bir yerim yoktu. Saçlarımı ve dahi ümitlerimi kendisine bağladığım adam hiçbir telaşa mahal vermeden gitmiş ve aynanın, geçmişin, efsunuyla ömrümü saran o kelimenin karşısında beni bir başıma bırakmıştı. İlk defa yaşadığım bu acı karşısında, ne yapacağım diye hiç düşünmedim. İnsanın bir acıyı tanıması için onu bizzat yaşamasına gerek yoktu. Yapılması gerekeni biliyordum. Çocuk ruhumu aşkla yoğuran ablam nasıl güzel yenildiyse, bana düşen de onun izinden gitmekti. Bu düşüncelerle karşımda duran dolabın bu defa sol kanadını açtım. Açmamla, o ânın gözümün önüne gelmesi bir oldu. Zaten hep en çaresiz zamanlarımda bir karabasan gibi bana tebelleş olurdu bu görüntü. İşte yine öyle oldu.
Bahçe kapısını gösteren pencerenin pervazına oturmuş gelen gideni izliyordum. Derken içerden bir ses duydum. Bir çırpıda yerimden zıplayıp, az önce iki defa tıklattığım halde açılmayan kapıya doğru koştum. Evet, ses bizim odadan geliyordu. İçeri girince gördüğüm manzarayı bir türlü unutamıyorum: Ablam gözleri yarı açık halde yatağın üzerinde yatıyordu. Zaten beyaz olan yüzü iyice bembeyaz olmuş, mermer bir heykel gibi soğuk duruyordu. İncecik kollarından süzülen kanlar yatağa ve yanında duran gelinliğe bulaşmış, sonra da yerde birikmişti. Ve annem… Annem, o zamana kadar hiç görmediğim bir şekilde sarılmıştı mermerden kızına. Bir yandan feryat ederek ağlıyor, bir yandan da yazın dut ağacını silkelediği gibi kucağındaki cansız bedeni sarsıyordu. Sonra bir şey hatırlamış gibi hızla kalktı ve komodinin çekmecesinden çıkardığı makasla neredeyse hiç beyazı kalmamış olan gelinliği kesti, kesti, kesti, paramparça yaptı…
Gözümde düşmeyi bekleyen bir damla yaşla, elimi yeniden dolaba uzattım. O gün babamın bitmeyen gururunun, annemin suskunluğunun kefaretini ödeyen, zavallı ablamın ömrünün özeti olan makas oradaydı. Bir ona, bir aynadaki yüzüme, bir de ellerime baktım. İki saniyelik bir duraksamadan sonra makası sağ elime aldım. Parmaklarım titriyordu. Yine de tek bir hamle yetti saçlarımın nazenin bir kadın cesedi gibi ıslak zemine serilmesine.
Zeynep Ferhan Yılmaz
İZDİHAM